Olli Rehn'den Bakan Gül'e Allianoi'yi kurtar mektubu

Devlet Su İşleri'nin 15 Kasım'da su tutmaya başlayacağı Yortanlı Barajı'nın sular altında bırakacağı Allianoi antik kenti için, Olli Rehn'de devreye girdi.

Özgür Gürbüz-Referans / 29 Ekim 2005

AB Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn, "sevgili Abdullah" diye başladığı mektubunda, Bergama yakınlarındaki Hellenistik devirden kalma eşsiz ılıca ve sağlık merkezi Allianoi'nin Türkiye’nin kültürel mirası kadar Avrupa'nın kültürel mirası için de çok önemli bir eser olduğuna değinerek Allianoi'yi sular altında bırakmayacak alternatif projelerin değerlendirilmesini öneriyor.

Rehn mektubunda,"Baraj projesinin çevre etkileri konusunda da kaygılar olduğu anlaşılıyor, bazı kaynaklar bu olası etkilerin yeterince araştırılmadığı kanısında. Her koşulda arkeologların buluntuları emniyetli bir depoloma alanına alabilmelerine imkan tanınmalıdır. Bu kalitedeki tarihsel hazinelerin korunma altına alınmaları için en uygun yer ise doğal olarak eserlerin bulunduğu orijinal yerleridir ve bu birçok uluslararası anlaşmalar bu temel prensibin üstünde durmuştur. Bu gerçeğin ve alternatiflerinin araştırılmasına yetersiz zaman tanınması yalnız Avrupa’nin kültürel anılarının yok olması değil, Türkiye'nin önemli turizm potansiyelinin kalkınmasında da büyük kayıplara yol açacaktır" diye yazdı.

Rehn ayrıca AB kamuoyunun üyelik görüşmeleri nedeniyle Türkiye ile her konuyla yakından ilgilendiğine dikkat çekerek bu konuda Avrupa Parlamentosu üyeleri dahil çeşitli kişilerden sorular ve yorumlar aldıklarını söyledi. Sivil Toplum Diyalogu projesi açısından da Avrupa Birliği halklarının Türkiye AB ilişkileriyle bu kadar yakından ilgilenmesinden memnuniyet duyduğunu söyleyen Rehn, Türkiye’nin Avrupa için önemli olan arkeolojik hazineleri yok etmesinin olumsuz bir imaj yaratacağının altını çizdi.

Allianoi Girişimi Grubu Sözcüsü Avukat Arif Ali Cangı'nın, Devlet Su işleri'ne(DSİ) gönderdiği "baraj gölünde birikecek suyu Kınık Ovası’na ve sulanması planlanan diğer alanlara taşıyacak kanaletlerin yapımına başlanmış mıdır" sorusuna DSİ'den verilen yanıt onu pek tatmin etmemişe benziyor. DSİ, "Yortanlı ve Çaltıkoru barajlarından sulanacak Kınık Ovası’ndaki Kınık Sol Sahil Sulaması inşaatı yüksek basınçlı borulu sistem olarak 1992 yılında ihale edilmiş olup halen inşaatı devam etmektedir, sulama şebekesinin % 51’i tamamlanmıştır. Kınık Sağ Sahil Sulamasının inşaatının ihalesi ise 2006 yılında yapılacaktır" diyor.

Arif Ali Cangı'ya göre bu durumda baraja 15 Kasım’da su tutulması hiç kimseye yarar sağlamayacak. Cangı, "Allianoi ve bizlerin sesi boğulmak isteniyor; 1992 yılında ihale edilen ve halen % 51 tamamlanmış olan Kınık Sol Sahil Sulaması bölgesi yaklaşık 6.000 hektarlık bir alanı kapsamakta. Henüz ihalesi dahi yapılmayan Kınık Sağ Sahil Sulaması bilgesi ise yaklaşık iki kat büyüklüğünde 11.000 hektarlık bir alanı kapsıyor. 1992 yılında ihale edilen 6000 hektarlık alanın sulama sisteminin yarısının henüz tamamlandığı ve 11000 hektarlık alanın ihalesinin de 2006 yılında yapılacağı göz önüne alınırsa, baraj suyundan en iyimser tahminle; 8-10 yıl sonra yararlanılabilecekler" yorumunu yapıyor. DSİ şu ana kadar bu barajın inşaatı için 11 milyon 792 bin YTL., kamulaştırmalar için de 1 milyon 776 bin YTL. harcandığını söylüyor ve kesin harcama miktarı işin bitmesinden sonra belli olacak diyor.

Gerçekten de enerji ve çevre konularında oldukça hareketli günler Türkiye'yi bekliyor. Enerji Bakanlığı ve DSİ'nin gerek hidroelektrik gerek sulama amaçlı projelere hız vermesi Türkiye'nin birçok yerinde benzer sorunları gündeme getirdi. Doğa Derneği, Ağustos ayında benzer bir problemle yüzleşen Hasankeyf için Haydarpaşa'dan Batman'a trenle bir yolculuk düzenlemiş, Türkiye'nin 266 Önemli Doğa Alanı'ndan biri olan Dicle Vadisi'nde bulunan ve Anadolu'nun ayaktaki tek ortaçağ kenti Hasankeyf, üzerinde bulunduğu vadiyle birlikte sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemişti. Doğa Derneği de aynı Allianoi girişimi gibi, Ilısu Barajı'nın Dicle Nehri'ni durdurarak Türkiye'nin en önemli anıt kentlerinden Hasankeyf'i sular altında bırakacağını ve eşi benzeri olmayan bir doğal alanı sessizliğe gömeceğini öne sürerek baraj projesine karşı çıkmıştı.

Türkiye nükleer santral kurarsa atıkları satacak

Enerji Bakanı Dr. Hilmi Güler, Türkiye'nin nükleer santral kurması halinde ortaya çıkacak radyoaktif atıkları satacaklarını söyledi.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 29 Ekim 2005

AKP hükümetinin planları arasında bulunan nükleer santraller enerji yatırımları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Tartışılan konuların en önemlilerinden biri de nükleer atıklar. Enerji bakanı Hilmi Güler'in, nükleer atıklarla ilgili görüşünü merak ettik ve şu ana kadar hiç konuşulmamış bir öneriyle karşılaştık. Güler, nükleer atıkları satma planları olduğunu söyledi. Güler sorumuza, "Satarız, niye satmayalım? Almak isteyen var. Çünkü alıp başka şey yapıyor. Atığı alıp, enerjinin daha üst seviyesini kullanıyor, yeniden yeni ürünler üretiyor; istiyorlar yani" yanıtını verdi. Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleere karşı çıkanları anlayamadığını yineledi ve "keşke nükleeri çok daha fazla kursaydık da elektrikle ısınsaydık, doğalgaza hiç bağımlı kalmasaydık " dedi.

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)verilerine göre, 1000 MW'lık kurulu güce sahip bir nükleer reaktör her yıl 800 ton kadar düşük ve orta seviyeli, 25 ton kadar yüksek seviyeli radyoaktif atık ortaya çıkarıyor. Oldukça radyoaktif olan kullanılmış yakıtlar, yeniden işleme denen kimyasal bir işlemden geçiriliyor. İçlerindeki parçalanabilir plütonyum ve uranyum yeniden kazanılıp yakıt haline getirilerek, bu yakıtı yakabilecek özel reaktörlerde kullanılıyor. Bu arada ortaya çıkan plütonyum nükleer silah yapımında da kullanılabiliyor. Öte yandan, bu işlem oldukça uzun yıllar aktif kalan radyoaktif materyallerin ortaya çıkmasına neden oluyor ki bu da yeniden işlemenin en büyük sorunlarından biri. Ticari reaktörlerin yaklaşık yarım asırlık geçmişlerine rağmen, dünyada henüz nükleer atıkların depolandığı bir son depoloma alanı bulunmuyor. Bütün nükleer atıklar, geçici depoloma alanlarında tutuluyor. Elektrik Mühendisleri Odası eski başkanlarından Ünal Erdoğan ise konuyla ilgili uzman olmayan kişilerin nükleer enerji konusunda yetkili kılındığına dikkat çekerek, nükleer reaktörün kendisinin bir nükleer atık olduğunu ve binlerce tonluk bu atığın kime, nasıl satılacağını sordu.

Gelişmiş ülkelerdeki muhalefet ve sıkı güvenlik tedbirleri yüzünden bu atıklarla ne yapacağını bilmeyen birçok ülke atıklarını diğer ülkelere göndermeye çalışıyor. Özellikle eski Sovyetler Birliği'nin nükleer atıklarına ev sahipliği yapan ülkelerde ise nükleer atık ihracına muhalefet oldukça fazla. 2004 yılında Kırgızistan Hükümeti'nin de araya girmesiyle İngiltere'nin BNFL'i tarafından gönderilen uranyumlu grafitin ihracatının engellenmesi en yeni örneklerden biri. 2001 yılında Kazakistan'da yaşananlar ise başka bir örnek. Eski Sovyetler Birliği'nden kalan nükleer denemelerin yapıldığı alanı diğer ülkelerle beraber kendi nükleer atıklarına açmayı planlayan Kazakistan da hayal kırıklığına uğradı. Oysa, Ulusal atom enerjisi firması Kazatomprom, 30 yıl içerisinde 35 ila 50 milyar dolar arasında para kazanabileceğini hesap etmişti. Bu rakam, AB ülkelerinin göndereceği nükleer atık için varil başına 5300 dolar isteneceği ve Kazakistan'ın varil başına 4200 dolar kar edeceği hesabından ortaya çıkmıştı. Halihazırda birçok ekolojik sorunun yanısıra 237 milyon tonluk nükleer atıkla da boğuşan Kazatomprom, bu konuda başarılı olamasa da, nükleer atıkların kabulünü sağlayacak yasal düzenlemeye karşı çıkan biyolojist Kaisha Atakhanova, Goldman Çevre Ödülü'ne layik görüldü. Kısacası, Güler'in bahsettiği satma işlemi aslında daha çok üzerine para verme esasına kurulu ama hem atıkları taşımada hem de alıcı bulmada birçok sorun yaşanıyor.

Dünyanın nükleer atık mezarlığı olmaya aday bir başka ülke ise Rusya. Rusya hükümeti, 2001 yılında yasalarında değişiklik yaparak ton başına 1000 dolar fiyatla nükleer atıkları "orta vade" için kabul edeceklerini söyledi. İşin açıkçası, Rusya'nın pek açık olmayan "orta vade"sinin aslında son depoloma olduğuydu. Tayvan, Güney Kore, İsviçre, İspanya ve Japonya'nın konuyla ilgilendiği görüldü. Ama şu ana kadar bu ülkeler ABD'den izin alamadılar. Reaktörleri ABD yapımı olduğu için böyle bir izne gereksinimleri vardı. Özellikle 1970-90 arasında eski doğu bloku ülkeleri atıklarını Sovyetler Birliği'ne gönderdiler. Bugün hala bunun devam ettiği söylenebilir ama başka bir yolla. Kullanılmış yakıtların bugün de yeniden işlenmek için bu işlemi yapabilecek özel tesislere gönderildiği biliniyor. Teoride bu işlemden sonra atıkların geri gönderilmesi gerekiyor ama çoğu zaman atıklar, yeniden işleme santrallerine sahip olan ve dışarıdan kullanılmış yakıt çubuğu kabul eden Fransa, İngiltere ve Rusya'da kalıyor. İngiliz hükümeti Sellafield'de, Fransızlar La Hague'de biriken nükleer atıklar konusunda artan şikayetlerle uğraşsalar da kimse Sibirya'daki Mayak yeniden işleme tesisi kadar kötü durumda değil. Greenpeace'e göre 1945'te askeri amaçlarla kurulduğu günden bu yana 272 bin kişinin kazalar ve bilinçli salınımlarla radyasyona maruz kaldığı Mayak'a 30 kilometre uzaktaki Muslomova köyünde neredeyse hasta olmayan yok. Köydeki 2500 kişinin bir çoğu, kalp hastalıkları, eklem hastalıkları ve astım gibi hastalıklarla uğraşırken aşağı yukarı köydeki erkek ve kadın nüfusunun yarısı kısır. Erken doğum oranı yüzde 10 ve her 3 çocuktan biri fiziksel bozulmayla karşı karşıya.

Trittin atık sorunun çözümsüz olduğunu söylüyor

Almanya'nın kısa bir süre sonra görevden ayrılacak olan Çevre Bakanı Jürgen Trittin, Almanya'nın nükleer santrallerini kapatma politikasında bir değişiklik olmayacağından emin gözüküyor. Trittin kısa bir süre önce BBC ile yaptığı bir söyleşide, nükleer enerjinin getirdiği risklerin geçen onca yıl boyunca azalmadığı tam tersine terorist saldırı olasığıyla daha da arttığını söylemiş ve nükleer atık sorununun çözümü için son 30 yılda daha akıllı hiçbir gelişmenin kaydedilmediğine dikkat çekmişti. Trittin, nükleer fizyon sonucu ortaya çıkan Plütonyum 239'un yarı ömrünün 24 bin yıl olduğunu, 24 bin yıl sonrasının değil nasıl olacağını bilmek, hayal etmenin bile zor olduğunu söylemişti. Almanya, elektrik tüketiminde yenilenebilir enerjinin payını 2020 yılında yüzde 20'ye, 2050'de ise yüzde 50'ye çıkarmak istiyor. Trittin, nükleer enerjinin baz yük olarak kullanılmasıyla ilgili soruyu, geçmişten kalan baz yük fikri esnek ve zeki elektrik üretimine geçişi planlayan Almanya'nın enerji dönüşümü projesinin önünde duruyor diye yanıtlıyor.

Altın Madenleri Peru'nun da başına dert oldu

Dünya bakır üretiminde 3, altın üretiminde 6. olan Peru'nun başı, çevre sorunlarıyla derde girdi. Hükümete bağlı Ulusal Çevre Konseyi, kapanmış madenlerin rehabilitasyonu için 1 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söyledi.

Özgür Gürbüz -Referans Gazetesi / Ekim 2005

Türkiye'de Bergama köylülerinin mücadelesiyle gündeme gelen altın madeni krizinin bir benzeri de dünyanın en büyük bakır ve altın üreticilerinden Peru'yu karıştırdı. Ulusal Çevre Konseyi Başkanı Carlos Loret de Mola, eski madenlerin rehabilitasyonu için 500 milyon ile 1 milyar dolar civarında bir rakama ihtiyaç duyduklarını söyledi. Mola, "Diğer sektörlerin verdikleri zararları bilmiyoruz ama balıkçılık, tarım ve sanayi gibi sektörlerden bu hesapları yapmasını istedik. Bundan sonra temizlik çalışmalarına nereden başlayacağımızı görebileceğiz" diyor. Mola'nın verdiği rakamlara göre, Peru'nun şu ana kadar kapanmış madenler, kirlenmiş nehirler ve tarlalar için yaptığı harcamalar 150 milyon doları bulmuş. Çevre ile ilgili yönetmeliklerin yeterli olmayışı ya da eksikliği yüzünden, Peru'daki birçok terkedilmiş madenden çeşitli kimyasallar doğaya karışıyor.

Bu tartışmanın öte yanında yine tanıdık bir isim, Bergama Ovacık'taki altın madenini de bir süre işleten ve 2 Mart 2005 tarihinde 44.5 milyon dolara Koza Davetiye Mağaza İşletmeleri ve İhracat A.Ş.'ye satan Newmont firması var. Dünyanın en büyük altın üreticisi, Güney Amerika'nın en büyük altın madeni Yanacocha'ya sahip grup, Peru'lu ve Güney Amerika'lı madencilerle beraber temizlik çalışmaları için fon ayırmaya başladı ve geçen hafta sadece 2 milyon dolar ayırdı. Gerekli olan miktarı 1 milyar dolar civarında hesaplayan hükümet ise Dünya Bankası ve Amerika Ülkeleri Kalkınma Bankası'ndan kaynak arayacaklarını söylüyor. Ayrıca, çıkarılacak yeni yasalarla çevreyi kirlettiği kanıtlanan madencilerin lisanslarının askıya alınmasını kolaylaştırmaya hazırlanıyorlar. Madenciler ise böyle bir yasanın gereksiz olduğunu, madenlerin kapatılma planlarının işletmeye açılmadan önce hazırlandığını belirtiyor ve 2001'den bu yana daha çevreci teknolojilere 900 milyon dolar yatırdıklarını söylüyorlar.

Peru'da birçok fakir çiftçi, tarım alanlarının kaybolduğu ve nehirlerin zehirlendiği için madenlere karşı çıkıyor. 2003 yılı, tüm ülkede büyük bir dalga halinde yayılan protestolara sahne olmuştu. Peru'nun yarıdan fazla ihracatının madencilikten gelmesi ise durumu daha da zorlaştırıyor.

Bergama'da son durum

Hakkında birçok yürütmeyi durdurma ve iptal kararı olan Ovacık'taki maden, 20 Mayıs 2005 tarihinde Gayri Sıhhı Müesseseler Yönetmeliğine göre açılış ve çalışma ruhsatı alarak tekrar çalışmaya başlamıştı. Bu iznin alınması için engel teşkil eden tüm yönetmeliklerin titiz bir çalışmayla ilgili bakanlıklar tarafından değiştirildiğini iddia eden Bergamalılar ise konuyu yeniden AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) götürdü. İç hukuk yollarının tıkandığı gerekçesiyle 19 Temmuz'da yaptıkları başvurularında konunun öncelikli olarak ele alınması gerektiğini söyleyen köylülerin bu talebi geçtiğimiz günlerde AİHM tarafından kabul edildi. Türkiye'de de dava süreci 3 işlemle ilgili olarak sürüyor. ÇED'in (Çevre Etki Değerlendirmesi), imar planının ve açılma ruhsatı'nın iptali için açılmış olan davalar sürüyor.

İstanbul’u dört teker üstünde gezmeye alternatif geliyor!

İstanbul çok yakında bisiklet yollarıyla bir uçtan bir uca bağlanacak. 630 kilometrelik mavi renkli bisiklet yollarının İstanbul trafiğine ve bisiklet satışlarına nasıl etki edeceği merak konusu.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 21 Ekim 2005

Taksim’deki evinizde sizi bekleyen güzel bir yemeğin masada soğumaya başladığını düşünün. Kokusunu bile alıyorsunuz ama Mecidiyeköy girişinde trafiğe takılıp kalmışsınız. Hem de “gıdım” ilerlemeyen cinsinden. Radyoda Arif Sağ, inadına yaparmış gibi “Yolver Dağlar”ı söylüyor. Dağ olsa daha kolay aşardım dediğiniz bir anda “vız” diye bir şey geçiyor sağ taraftan. Aynaydı, dikizdi derken bir tane daha: Vızz!

Merak edip daha dikkatli baktığınızda, maviye boyanmış darca bir şerit görüyorsunuz yolun sağında. Üzerine trafik işaretlerindeki bisiklet şekline benzer birşey çizilmiş. Yemeğe soğumadan yetişme fikri sizi çıldırtıyor ve siz o anda arabanızı garaja çekmeye karar veriyorsunuz. Kendinizi çimdiklemeyi bırakın. Bu söylediklerimin hepsi çok kısa bir süre içinde gerçek olabilir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 630 km.’lik bisiklet yolunun projelendirmesini tamamlamak üzere. Bisiklet yolları, aşırı eğim ve dar yollarla karşılaşılmadığı sürece, ana arterlerin üzerinde ve 27 ilçenin 27’sinde de olacak. Bazı yerlerde 10, bazı yerlerde 60 km. uzunluğunda yapılacak. Bisiklet severler bisikletlerini yolun sağında çizgi, brodür ve mavi renkle ayrılmış özel şeritte kullanacak. Büyükşehir Belediyesi yolların eğim tesbitlerini bitirmiş, uygun olmayan yolların alternatifleri üzerinde çalışıyor. Yapılmak istenen daha önce de örneklerini gördüğümüz süs gibi duran yollardan çok, sürekli bir yol ağı oluşturmak. Bu konuda en büyük engel ise İstanbul’un topografik yapısı.

Türkiye’de bisiklete gönül vermiş olanlar minübüs ve taksilerle aynı yolda yaptıkları adrenalini yüksek yolculukları özlerler mi bilmiyorum ama gelişmiş ülkelerde yıllardır bisiklet kullanımının teşvik edildiğini söyleyen Murat Suyabatmaz, o ülkelerdeki insanların, hareketsizliğin, çevre kirliliğinin getirdiği sağlıksızlığın ve sorunların farkında olduğunu söylüyor. “İşe bisikletiyle gidip gelen bir insan için spor salonlarına gerek olmayacağı ortada. Bisiklet bir eğlence aracı değil, ciddi bir tasarruf, sağlık ve spor aracıdır” diyor Suyabatmaz.

Bisiklet Sevenler Derneği Genel Sekreteri Murat Suyabatmaz, pilot bir çalışma olarak Halkalı’da 2. ve 3. etapta 30 bin kişinin yaşadığı bir bölgede 12 kilometrelik çizgi çizerek bisiklet yolunu çizgiyle ayırarak pilot bir proje başlattıklarını ve öğrencileri okula bisikletle gitmeye çağırdıklarını anlatıyor. Önemli olan sadece kampanya veya yol yapmak değil haliyle. Bisikleti doğru kullanmayı bilmek herşeyin başında geliyor. Eski Topkapı garajının olduğu yerde şimdi bir Trafik Eğitim Parkı kurulması planlanıyor. Tüm bisiklet yolu türleri orada denenecek. Okullardaki trafik derslerini uygulamalı olarak orada görebilecek. Suyabatmaz’a göre, çocuklar 18 yaşına kadar trafiğin içinde pişer, kırmızı ışıkta durmayı öğrenir, hızını ayarlar. Geleceğin sürücülerini yetiştirmenin temel yolu bisikleti öğretmek..

Bisiklet yollarının nasıl olacağı konusunda söz konusu yolun yoğunluğu, araçların hızları önemli bir rol oynayacak. Bisiklet yolunun anaarter üzerinde mi veya yaya yolu üzerinde mi olacağına bu incelemeden sonra karar verilecek. Şu anda belli olan, anaarter üzerindeki yolların renginin mavi olacağı. Maliyeti 990 bin YTL.olan projelendirme sürecinin bu yıl sonunda bitip, ihale ve inşaat aşamasına geçilmesi planlanıyor.

İstanbul’u biraz bilenleriniz şimdiden güvenliğin nasıl sağlanacağını düşünmeye başlamıştır bile. Haksız da sayılmazlar. Kimbilir kimleri göreceğiz bisiklet yollarında? Bu yüzden projeler oluşturulurken işaretlemeye çok önem verilecek. Yolların ayrı renkte ve çizgilerle ayrılması planlanıyor ama bazı bölümlerde brodürler ve daha yüksek kedi gözleri de kullanılacak. Büyükşehir, Türkiye’de ki standartların geliştirilmesini de önemli buluyor. Avrupa'daki istatistiklere baktığınızda her 100 milyon kilometrede 11 kişinin öldüğü İtalya en güvensiz ülke olarak göze çarpıyor. İtalya aynı zamanda, kişi başına günde 0.2 kilometreyle İngiltere'den sonra en az bisikletle yol alınan ülke. Ölüm oranının en düşük olduğu yer ise, kişi başına günde 3 kilometreyle en çok yol katedilen Hollanda. Bu da Suyabatmaz'ın tezini doğruluyor gibi.

İstanbul’daki bisiklet yollarının güvenliğini bisikletçiler sağlayacak

Suyabatmaz ise zaten yarım şerit büyüklüğündeki bu yollara arabaların sığmayacağını bisiklet yolunu günde sadece 10 kişi kullanıyorsa o yolun herkes tarafından işgal edileceğini söylüyor. Kısaca bisikletçilerin bu yolları kullanması ve sahip çıkması gerek.. Bu yolların asıl amacı Avcılar, Bakırköy gibi merkezlerin yerel ulaşımını çözmek. Bisiklet parklarıyla destekleyerek, insanların ev ve işyerlerinden toplu taşıma araçlarına,metro duraklarına ulaşmalarını sağlamak. “Dikkat ederseniz trafiğin kilitlendiği noktalarda yaya alanları oluşturuluyor. Ama bu alanlar yürümekle bitmiyor. Bu noktalarda bisiklet adeta hızlı yürümenize yarayacak” diyor Murat Suyabatmaz.

Dünyada bisiklet üretimi yılda yaklaşık 100 milyon adet. 40 milyon civarındaki otomobil üretiminin 2.5 katı kadar. Bisiklet ömürlerinin yaklaşık 10 yıl ve nüfusun genç olduğu düşünülürse, Türkiye’de ticari potansiyel büyük. Merdiven altı üretimiyle birlikte yılda 1 milyona yakın üretim yapıldığı öne sürülüyor ama DİE'nin anketine yanıt veren firmalardan topladığı sonuçlar 2002 üretim rakamını 283 bin olarak gösteriyor. 2000 yılı içinse DİE'nin hiçbir rakama ulaşamaması, pazardaki bilgi eksikliğini gösteriyor. Firmalardan aldığımız rakamlarda bu konuya işaret ediyor. Bianchi Türkiye'de yılda 350 bin adet bisiklet üretiyor ve 70 binini ihraç ediyor. Salcano bisikletin üretim rakamı 120 bin ve yaklaşık yüzde 60'ı başta İngiltere olmak üzere yurt dışına satılıyor. Bisan'ın 150 binlik üretim rakamını da buna ekleyince rakam 620 bini buluyor ve var bu işte bir terslik deyiveriyorsunuz. 2003 yılında tam 15 milyon dolarlık ihracat yapılmış, ithalat rakamı ise sadece 900 bin dolar civarında. Konya ve Adana gibi illerde yıllık üretimleri binleri bulan irili ufaklı bir sürü firma var ancak bisiklet yollarının satışları artırıp arttırmayacağı konusunda bisiklet sevenlerle,üreticiler farklı düşünüyor. Yılda 30 bin bisiklet ihraç eden Bisan Şirketler Grubu Genel Koordinatörü Muhittin Olgaç, yolların satışlara fazla etkisinin olacağını düşünmüyor örneğin.


Ne dolar ne Eurobond, en iyisi 1 ton karbon!

2005 yılı başında Avrupa ekonomisi sessiz sedasız bir borsanın daha açılışına tanık oldu. Kyoto Protokolü gereği, 1990 yılı emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltmak zorunda olan AB, 15 binden fazla işletmeyi bu sisteme dahil etti. Ocak ayından bu yana çalışmaya başlayan karbon borsasında ton başı karbon fiyatı, yüzde 360 artarak 9 ayda 6 Avro’dan 23 Avro’ya çıktı.

Özgür Gürbüz- Referans Gazetesi/Ekim 2005

Eurobond, dolar, yatırım fonu… Yoksa siz hala babadan kalan yöntemlerle mi yatırım yapıyorsunuz? Allah bilir, Londra City’de turlarken, yanınıza yaklaşan ve İngiltere’nin gökyüzünden de daha gri giyinmiş birinin “ucuz karbon var” sorusuna, korkarak, “hayır kullanmıyorum, teşekkürler” diye yanıt da vermişsinizdir? O zaman siz karbon borsasını hiç duymamış, küresel ısınmayı da hiç ciddiye almamışsınız. Neyse, bugün yarından daha geç değildir.

ABD her ne kadar 16 Şubat’ta yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne taraf olmayıp protokolün işe yaramayacağını savunsa da, AB küresel ısınmayı durdurmak için oluşturulan protokolün başarısı için önderlik etmeye devam ediyor. Protokolün sera gazı emisyonlarını düşürmek için ortaya attığı mekanizmalardan bir olan “emisyon ticareti” AB içinde 2005’ten itibaren çalışmaya başladı. Ocak ayında günlük 300 bin ton karbonun alınıp satıldığı hacme sahip olan karbon pazarı, Temmuz ayında 2 milyon tonluk bir hacme ulaştı. Fiyatlar da ona paralel olarak arttı ve Ocak ayında ton başına 6 Avro ödeyerek aldığınız karbon hissesi, Temmuz’da 29 Avro’dan tavan yaptı ve bugünkü fiyatı 23.95 Avro. AB içinde, başta en büyük sera gazı emisyonlarına sahip olan endüstrileri kapsayan bu proje 25 üye ülkeyi içine alıyor.

Nasıl çalışıyor?
AB’nin 2012 yılına kadar, 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 azaltması için her üye ülkenin üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmesi gerekiyor. Her üyenin hedefi farklı ama amaç aynı; yüzde 8’lik ortalamayı yakalamak. Örneğin, Avusturya yüzde 8, Danimarka ve Almanya yüzde 21 azaltma hedefiyle yola çıkarken; Portekiz yüzde 27, Yunanistan yüzde 25 ve İrlanda 90 seviyesine göre artışlarını yüzde 13’ün üstüne çıkarmamak zorundalar. Tüm bu sınırlamalarla bağlantılı olarak, ülkelerin salabileceği miktarlar da belirlenmiş oluyor. İşlemlerin kolaylaştırılması için tüm sera gazları CO2 cinsinden hesaplanıyor ve CO2'e olarak adlandırılıyor. Daha sonra her ülke, emisyon ticaretine dahil olan firmalarını ve onların kotalarını belirliyor. Bu kota normal koşullar altında atmosfere salınacak sera gazlarının daha altında bir rakam olarak belirleniyor. Firmalar bu sınırı aşmamak için ya teknolojilerini ya da üretim yöntemlerini değiştirmek zorunda kalıyorlar. Bir diğer seçenek ise kotalarının üstünde kalan her birim karbonu pazardan satın almak. Eğer bunu yapmazsanız bir cezası da var tabii. 2008’e kadar ton başına 40 Avro ödemek zorundasınız. 2008’den sonra bu rakam 100 Avro'ya çıkacak. Bu da, ceza ödemektense şu anda 20 Avro civarında olan temiz hisseleri satın almayı daha makul bir seçenek haline getiriyor.

Kyoto Protokolü’nün hayata geçmesiyle, emisyon ticaretiyle birlikte iki mekanizma daha çalışmaya başladı. Bunlardan bir tanesi Ortak Uygulama diğeri ise Temiz Kalkınma Mekanizması. Bu mekanizmalar sayesinde, protokole taraf EK-1 ülkeleri, gelişmekte olan ülkeler ve kendi aralarında yaptıkları karbonsuz yatırımlar karşısında da kredi kazanabiliyorlar. İngiltere’de kömür santralleri olan bir firma, Hindistan’da kurduğu bir güneş santrali sonucu kredi kazanabiliyor. Nükleer enerji ve toprak kullanımıyla ilgili yapılan değişiklikler sonucu oluşan emisyon indirimleri ise özellikle AB ülkelerinin nükleere pek sıcak bakmaması nedeniyle kapsam dışında tutuluyor. Türkiye henüz protokole taraf olmadığı ve gelişmekte olan ülkeler sınıfında da yer almadığı için bu mekanizmalardan yararlanamıyor ama bu durum AB sürecinde çok hızlı bir şekilde değişebilir. Kısacası, bırakın temiz hava ve suyu, kirli havanın bile bir fiyatı var artık.

Karbon Borsası
Her yıl 50 bin ton CO2e salımı yapan bir firmaya 45 bin tonluk bir limit konulduğunu düşünün. Bu firma, yıl sonunda CO2e salımlarını 40 binde tutmayı başarırsa, satabileceği 5 bin ton karbon hissesine sahip oluyor. Limit aşımında ise diğer kuruluşlardan bu hisseleri satın almak zorunda. Temiz karbon hisselerinin çokluğu ve azlığı da fiyatı belirliyor.