Rafineri sektörüne 680 milyar dolarlık yatırım lazım

Özgür Gürbüz - referans Gazetesi / 30 Aralık 2005

Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) Baş Ekonomisti ve Ekonomik Analizler Bölüm Başkanı Dr. Fatih Birol son 20-25 yıldır ihmal edilen rafineri sektörünün, gelecek 25 yıl içerisinde 680 milyar dolarlık yatırıma ihtiyaç duyduğunu söyledi. Türkiye'nin, stratejik konumu nedeniyle rafineri konusuna ilgi göstermesi gerektiğini vurgulayan Birol, gelecekte Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da petrol ve gaz üretiminin artmasını öngördüklerini söyledi. Günün koşullarına göre hazırladıkları senaryo çerçevesinde 2030 yılında bölgeden günde 39 milyon varil petrol, yılda da 434 milyar metreküp doğalgaz ihracatı olacağını söyleyen Birol, özellikle ulaştırma sektöründe petrolün yakın gelecekte de rakipsiz olacağına değindi. "Hidrojen enerjisi 2030-2040'larda düşünülebilecek bir çözüm" yorumunu yaptı.

Birol, dün Petrol Sanayi Derneği'nin (PETDER) konuğu olarak yaptığı konuşmada Türkiye özelinde nükleer enerji ve Kyoto konuları üzerinde de durdu ve nükleer enerjinin finansman konusunun ciddi bir şekilde tartışılması, nükleer atıkların ne yapılacağı konusunda işin başından çok saydam olunması gerektiğini söyledi. Türkiye'nin Hazar petrollerine odaklandığına dikkat çeken Birol, "Hazar gerçekten önemli bir bölge ama Ortadoğu'yu ikame edemez" dedi. Birol, Türkiye'nin Irak'ın petrol ve gaz rezervlerine ciddi bir şekilde bakması gerektiğini ifade etti. Türkiye'nin Kyoto'yu imzalamadan önce iki kere düşünmesi gerektiğini söyleyen Birol, enerjinin verimli kullanılmasının da önemli bir sorun olduğunu ve Türkiye'de aynı bardağı üretmek için Avrupa'ya oranla iki kat daha fazla enerji harcandığına dikkat çekti. UEA'nın araştırmalarına göre hükümetlerin bugünkü politikalara bağlı kalması halinde küresel enerji ihtiyacı 2030 yılında bugüne oranla yüzde 50 artacak.

Elektrikte mali uzlaştırma meskenleri etkilemeyecek

Elektrik piyasasındaki mali uzlaştırma yapılanmasındaki değişiklik meskenlere yansımayacak. Özel üretim şirketler ise taahhüt etikleri üretimi yapmazlarsa fiyat artışından etkilenecekler.

Özgür Gürbüz - Analiz / 28 Aralık 2005

Elektrik Piyasası Denetleme Kurulu (EPDK), Şubat 2006'dan itibaren elektrik piyasasındaki mali uzlaştırma dilimlerinde değişikliğe gidiyor. Elektrikte, gündüz, puant ve gece olarak adlandırılan üç ayrı dilimde ayrı fiyatlandırma yapılıyor. Gündüz 06.00-17.00, puant 17.00-22.00 ve gece dilimi 22.00-06.00 saatlerini kapsıyor. Yeni düzenlemeden sonra puant dilimi 24.00'e kadar uzatılacak ve gece dilimi de sabah 8'de son bulacak. İlk bakışta, daha ucuz elektrik için çamaşırlarını gece 10'dan sonra yıkayan ve gece tarifesi sayesinde daha az ödeyen son tüketicinin fazla para ödeyeceği düşünülse de EPDK bunun doğru olmadığını söylüyor. Çünkü bu yeni düzenlemeler, Piyasa Mali Uzlaştırma Merkezi'ne (PMUM) kayıtlı olan üretim, otoprodüktör ve otoprodüktör grubu ve ikili anlaşmalar yoluyla enerji temin eden serbest tüketicileri kapsıyor.

EPDK, düzenlemenin TEİAŞ'ın istekleri doğrultusunda, 22-24 saatleri arasındaki tüketimin 06-08 saatleri arasındakine oranla daha çok olmasından kaynaklandığını söylüyor. EPDK tarafından yapılan yazılı açıklamada fazla tüketim olduğu zaman dilimindeki enerjinin ucuz, az tüketimin bulunduğu dilimin ise pahalı dilim olması olması sistem işletmeciliği esaslarına ve ekonomik kurallara aykırı olduğu belirtiliyor. EPDK, "elektrik enerjilerini dağıtım şirketlerinden(TEDAŞ gibi) alan mesken ve diğer tüzel kişiler için herhangi bir değişiklik söz konusu değildir" diyor. Uygulamadan etkilenme olasılığı bulunanlar ise enerjilerini özel sektör üretim şirketlerinden satın alan serbest tüketiciler olarak tanımlanıyor. Bu tüketicilerin de, tedarikçileri kendilerinin tükettiği elektrik enerjisi kadar üretim yaparlarsa bu yeni düzenlemeden etkilenmeyecekleri düşünülüyor. Yine düzenleme sonrası oluşacak dengesizlik fiyatlarının ortalama değerinin, düzenleme öncesiyle aynı derecede kalacak şekilde ayarlanmasıyla kamu kuruluşlarının gelirlerinde de bir artış olmaması umuluyor. Kısaca, bu değişikliğin en çok etkileyeceği kesim özel sektör üretim şirketleri.

Bu yeni düzenlemenin ardında yatan neden için enerji piyasasında iki görüş öne çıkıyor. Birinci görüş, gerçekten de tüketimin gece 10'dan sonra artmış olabileceğini, bu düzenlemenin teknik anlamda yerinde bir düzenleme olarak kabul edilebileceğini söylüyor. İkinci konuşulan konu ise, bu düzenlemeye doğalgaz fiyatlarındaki artışın yol açtığı. Doğalgaz çevirim santrallerinde, fiyattaki artışlar yüzünden zorlanan bazı üreticiler, maliyetleri karşılayamadıkları için, gece 10-12 arasında kilovatsaati 10-12 yeni kuruşları bulan üretim maliyetlerine katlanmak yerine kendilerini cezaya bırakarak elektriği 6,5 yeni kuruştan TETAŞ'tan almayı tercih ettiler. Bu da kamunun ucuz tarife diliminde artan elektrik talebini karşılamak için yeni santralleri devreye sokmasına neden oldu. Sonuçta, artan talebin birim üretim maliyeti yüksek olan santrallerin çalışmasıyla karşılanması bu sefer de kamu kuruluşlarının üzerindeki yükü arttırdı. Çözüm, uzlaştırma dönemlerinde değişikliğe gitmekte bulundu. Nihai çözümün, elektrik üretiminin yüzde 42'sini sağlayan doğalgazdaki fiyat artışının, tüketicilere yansıtılması olduğu öne sürülüyor.

Rüzgar enerjisinin önündeki engeller yavaş yavaş kalkıyor

Yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ilgili yasanın hayata geçmesinden sonra lisans başvurularında patlama yaşanmıştı. EPDK'nın lisanslara getirdiği sınırlama gevşetiliyor.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 25 Aralık 2005

Bundan birkaç ay öncesine kadar rüzgar santrali kurmak için yapılan 4000 megavatlık (MW) başvuruların sadece bin 350'sine lisans verilmişti. Enerji piyasası Denetleme Kurulu (EPDK) Başkanı Yusuf Günay, bunun nedenini, Türkiye Elektrik İletim A.Ş. (TEİAŞ) plancılarının 1500 MW'lık bir yükü tolere edebileceklerini söylemeleri olarak açıklamıştı. Günay, yılbaşına kadar ülkenin kaldırabileceği rüzgar yükünün ne kadar olduğunu TEİAŞ'tan hesaplamalarını istediklerini de bildirmişti. TEİAŞ'ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın talep tahminlerine göre yaptığı çalışmada 2013'e kadar 3000 MW'lık bir rüzgar gücünün önü açılmış gözüküyor. TEİAŞ Genel Müdür Yardımcısı Halil Alış, 2007-2020 yıllarında rüzgar enerjisi için her yıl 125 MW'lık yeni kurulu güç öngördüklerini, ama bu rakamların değişebileceğini, rüzgarın payında artış olursa diğer kaynaklarda yapılacak indirimle, yine aynı hedefe ulaşılabileceğini söyledi. Türkiye'nin UCTE'ye (Elektrik İletimi Koordinasyon Birliği) bağlanmak için çalışmalar yürüttüğünü ve 14 ay sonra alınacak sonuçların, sistemin ne kadarlık bir rüzgar gücü kaldıracağı konusunda fikir vereceğini söyleyen Alış, "UCTE içinde de puant saatin yüzde 5'i oranında bir rüzgar gücü düşünülmüş, ama o da çok belli değil" dedi. EPDK'nin yeni lisanslar için TEİAŞ'la görüştüğü, TEİAŞ'ın da buna çok soğuk bakmadığı kulislerde konuşuluyor. Yatırımcı ve bürokratlar, lisans verilen projelerin hayata geçmesi halinde, herşeyin daha da netleşeceği noktasında hemfikirler.

Rüzgar Enerjisi Santralları Yatırımcıları Dernegi (RESYAD)Salahattin Baysal, "125 MW'lık rüzgar enerjisi yeterli değil ama bu konuda bir büyük savaş yapılması taraftarı da değiliz. Öncelikle lisans verilen projeler içinde gerçekleşmeler olmalı. TEİAŞ'a Trakya'da ve Çeşme'de aynı anda rüzgarın kesilmeyeceğini ya da şiddetli rüzgar yüzünden türbinlerin durmasının Çanakkale'den İskenderun'a kadar aynı anda olmayacağını göstermeliyiz" diyor. Baysal, EPDK'nin bakanlıkça hazırlanan projeksiyonu dikkate alarak lisans vermesi gerektiğini belirterek, "Sistemde bir değişiklik olmadığı takdirde 2020'e kadar 3000 megavat rüzgar enerjisinin sisteme bağlanabileceği belirlendi" dedi. Baysal, "Bir ülkenin enerjisinin ne kadarının yerli ne kadarının yabancı, ne kadarının rüzgar ne kadarının hidroelektrik olacağı bir politik iradenin kararıdır; siyasi bir tercihtir. Ben yenilenebilir enerji kaynaklarının uzun dönemde en ucuz kaynaklar olduğu ve dışa bağımlı olmadığı için tercih edileceğini düşünüyorum. Uzun dönemde ne nükleer ne doğalgaz bizden daha ucuz, diğer kaynakların çevresel/sosyal maliyetlerini eklemesek bile" yorumunu yapıyor.

Çevre için kamu 50, özel sektör 18 milyar euroluk yatırım yapması gerekli

Avrupa Birliği (AB) müzakere süreci içinde yer alan 35 başlık içinde Türkiye'yi en çok zorlayacak konulardan biri, yıllardır 'çiçek-böcek' işleri diye ihmal edilen çevre konusu. Çevre ve Orman Bakanlığı'na göre, Türkiye'de kamu ve özel sektör çevre için toplam 68 milyar euroyu bulan yatırım yapmalı.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi - Analiz / 18 Aralık 2005

Müzakere sürecinin başlamasıyla Türkiye yeni bir sürece girdi. Avrupa Birliği'ne (AB) uyumlaştırılması gereken mevzuatımızın içinde 300 AB direktifine sahip çevre mevzuatı, müktesebatın büyük bir bölümünü oluşturuyor. Çevre ve Orman Bakanlığı verilerine göre, şu ana kadar yüzde 40'ı uyarlanmış durumda. Direktiflerin sanayi ile ilgili olanlarının ise şimdiye kadar beşte birinden daha azı uyarlanmış. En çok ilerlemenin kaydedildiği konu başlığı olan atıklarda bu oran, yarının üzerine çıkıyor. Müktesebatın uyumlaştırılmasının 2010 yılına kadar bitirilmesi hedefleniyor.

Asıl sorun sadece yeni yönetmelik ve kanunlarla AB standartlarını yakalamak olsaydı Türkiye'nin işi çok da zor olmayabilirdi. Müktesebatın değişmesiyle beraber, sanayici ve yatırımcıların uymak ve uygulamak zorunda kalacakları birçok yeni yasa ve yönetmelik, işletmelerin büyük miktarlarda yatırım yapmalarını gerektirecek. Yeni atık su arıtma tesislerinden, hava kalitesinin korunmasına, tehlikeli atıkların berterafından, iklim değişikliğine kadar pek çok konuda yapılacak yatırımların mali değeri Çevre Bakanlığı tarafından 68 milyar euro olarak hesaplanmış. Kamu sektörü 50 milyar euro, özel sektör ise 18 milyar euroyu gözden çıkarmak zorunda. Kamu sektörü için harcanması gereken 50 milyar euronun 35 milyarı içme suyu ve atıksu, 13 milyarı katı atıklar ve 2 milyarı da hava kirliliğiyle ilgili konulara ayrılacak. Özel sektörün en büyük kalemi ise 14 milyar euroyla entegre kirlilik önleme ve kontrol. Endüstriyel atık sular için 1.7 milyar, çiftlikler için 1 ve hava kirliliği için 800 milyon euroluk bir miktar da özel sektörün cebinden çıkacak.

AB standartına 2023'te ulaşabiliriz
Bakanlık bu projeksiyonu yaparken 2014 yılında Türkiye'nin topluluğa üye olacağını öngörmüş ve 2013'e kadar Polonya, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin standartlarına ulaşmak için 35 milyar euroya gerek duyulduğunu hesaplamış. Türkiye'nin Avrupa'nın gelişmiş ülkelerindeki çevre standartlarına ise 2023 yılında ulaşacaklarını hesaplayan Çevre Bakanlığı, 2013-2023 yılları arasında bir 35 milyar euroya daha ihtiyaç olduğunu söylüyor. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, ilk 35 miyarın 5-6 milyarının AB hibe ve fonlarından sağlanacağını, geri kalan 30 milyar euroluk rakamın ise özel sektör, yerel yönetimler ve merkezi hükümet arasında eşit olarak paylaşılması gerektiğine dikkat çekmişti. İşin mali yükü de bürokrasisi kadar büyük olunca, Türkiye bu uyumlaştırma sürecini elinden geldiğince uzun vadeye yaymaya çalışacak.

Yatırımların hayata geçirilmesi için gerekli kaynakların yaratılması en önemli konulardan biri. Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar yardımcısı Hasan Zuhuri Sarıkaya, GSMH'dan ayrılacak binde 7'lik bir kaynağın hibe ve kredilerle birlikte sorunun üstesinden geleceğini söylüyor. Yıllara göre bakıldığında 2006 yılında kamu sektörünün yatırım ihtiyacı 1 milyar 250 milyon euro civarında. Bunun büyük bir bölümünün bütçeden karşılanması planlanırken, kredi ve hibeler toplam rakamın 3'te 1'ine denk geliyor. Üyeliğin gerçekleşmesi umulan 2014'ten sonra ise kamu sektörü yatırım ihtiyacı yılda 3 milyar eurolara buluyor. 2015'te hibelerin 1 milyarı geçmesi beklenirken kredilerin payının da 500 milyon euroyu geçmesi bekleniyor.

Belediyelerin durumu kritik
Kamu kuruluşları içinde belediyelerin durumu oldukça kritik. Hasan Sarıkaya, orta ve küçük ölçekli yerleşme yerlerinde belediyelerin gelirleri giderlerinden az, burada bir sorun var diyor ama sorunun kurumsal düzenlemelerle halledilebileceğini de ekliyor. Sarıkaya, "Türkiye'nin AB Çevre Ajansı'na üyelik aidatı olarak 3 milyon euro ödüyor. Ajans'tan Türkiye'ye gelen para ise 300-400 bin dolar" diyerek finasmanın ülke içinde yaratılmasının önemine değiniyor. Belediyelerin sorunları hakkında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Geliştirme Daire Başkanı Mahmut Sümer, çöplerin yüzde 15'inin ambalaj atığı olduğunu ve toplanamayan çöplerin yarattığı maliyetin ürünlere yansıtılması gerektiğini söylüyor. Atık sorunun en başta bir atık envanterinin olmamasından kaynaklandığını söyleyen Sümer, sanayi atıkları için büyük bir tesisin olmamasını ve çöplerin içindeki ağır metallerin en büyük sorun olduğunu söylüyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Doç Dr. Erdem Görgün ise gereken 70 milyar euroluk rakamın ülke içi kaynaklardan sağlanması gerektiğini söyleyerek, geçmişte atık su arıtma projeleri gibi birçok projeye yabancı firmalar tarafından yüksek fiyatlar verildiğine dikkat çekiyor.

İSO Başkanı Tanıl Küçük
Batılı sanayiciler kazar zarar vermedik
İstanbul Sanayi Odası (İSO), çevre konusunda çok hassas bir kuruluş, Çevre Bakanlığı'ndan önce Çevre Şubesi'ni kurmuş daha sonra Çevre ihtisas Kurulu'nu kurmuş. Tüm bunlar bizim çevre konusunda ne kadar duyarlı olduğumuzun bir göstergesi. Çevre konusunda bahsedilen rakamlar çok izafi. Çevre Bakanı Osman Pepe, bu rakamın 35 milyar euro olduğunu, bunun yüzde 10-15'inin AB, kalanın da kamu ve özel sektör tarafından karşılanacağını söyledi. Müzakere sürecini doğru anlamamız lazım. Bu bir mazeret değil ama Türk sanayici bir batılı kadar çevreye zarar vermedi. Çevreden o kadar büyük boyutta rant elde etmedi. Bu rantı yaratmamış bir sanayiden, çevreyi korumak adına, gelişmiş ülkelerdeki sanayinin karlılık gücüne eriştiğini kabul ediyorsunuz ve bu kaynağı yaratmasını istiyorsunuz. Bu gerçekçi değil ama biz bunu yapacağız. Bunu yaparken sorunumuzu iyi anlatmak, geçiş sürecini uzun vadeye yaymak gerek. Yapmamak anlamında değil, gücünüze uygun hareket etmek anlamında. Dış kaynağı da daha fazla artırmak zorundayız. Büyük şirketlerimizin dışında, bilhassa KOBİ'lerimizin çevre konusunda AB'ye hazır olduğunu söylemek pek gerçekçi olmaz.

Yeşim Tekstil, Kalite ve Sosyal Uygunluk Müdürü Yasemin Başar
Hazır giyim sektörü fazla sorun yaşamaz
Tekstil sektörü içinde "hazır giyim" ve "örme" konusunda üretim yapanlar, AB sürecinde çok büyük sorun yaşamazlar. Özellikle hem atık suyun hem de hava kirliliğine neden olan kimyasalların kullanıldığı boyahaneleri olan işletmeler, ilgili izinleri almadıkları takdirde sorun yaşarlar. Sosyal uygunluk, iş sağlığı, iş güvenlik konusunda bir takım taahhütler isteniyor ve denetlemeler yapılıyor. Bu standartların sağlanırsa karşınıza çıkabilecek tarife dışı engellerle karşılaşmazsınız. Bu standartlara sahip olmanız ihracatınızı artırmaktan öte sizin ihracat yapmanıza olanak sağlar, bu belgeleriniz yoksa zaten sipariş alamazsınız. Yeşim Tekstil'in iş sağlığı, iş güvenliği, çevre ve iş kanunumuz AB'ye tamamen uyumlu hale getirildi. Atık su deşarj ve emisyon izinlerimiz var. Bu iki izne sahip olmak zaten AB'ye uyumlu çalıştığınızı ispatlıyor demektir. Müşterilerimizden biri Nike ve Nike arıtma tesisi olmayan bir işletmeyle çalışmaz.

Yatırım senaryosu
* 2006 yılında kamu sektörünün yatırım ihtiyacı 1 milyar 250 milyon euro civarında.
* Üyeliğin gerçekleşmesi umulan 2014'ten sonra kamu sektörü yatırım ihtiyacı yılda 3 milyar euro.
* 2006-2009 yılları arasında kamu sektörü, su, hava ve atık konularında 7 milyar euroluk yatırıma ihtiyaç duyuyor. Aynı dönemde özel sektörün ihtiyacı 5 milyar euro civarında olacak.
* 2015-2019 arasında kamuda 16, özel sektörde yatırımlar 5 milyar euroyu bulacak. Kamu sektöründe suyla ilgili konularda yapılacak yatırımın bedeli 11 milyar euro.
* 2020-2024 arasında 17 milyar euro daha harcanacak.
* 2025-2029 arasında ise AB standartlarına ulaşılacağı tahmin edildiğinden toplam yatırım miktarı 1 milyar euronun altında kalacak.

Ülkelere göre çevre yatırımları
Ülke / Yatırım maliyeti(milyon euro) / Nüfus (onbin kişi)
Bulgaristan / 8,61 / 7,5
Çek Cum. / 6,600-9,400 / 10,2
Estonya / 4,406 / 1,3
Macaristan / 4,118-10,000 / 10
Latviya / 1,480-2,360 / 2,3
Litvanya / 1,6 / 3,6
Polonya / 22,100-42,800 / 38,6
Romanya / 22 / 22,3
Slovakya / 4,809 / 5,4
Slovenya / 2,43 / 2
Türkiye / 65,000-68,000 / 69,7

Müktesebettaki konular
Dikey
* Hava ve su kirliliğine karşı alınan önlemler
* Atık Yönetimi
* Endüstriyel Kirlilik ve risk yönetimi
* Doğanın korunması
* Kimyasal maddeler ve genetik olarak yapısı değiştirilmiş organizmalar
* Çevresel gürültü yönetimi
* Nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma
Yatay
* Aarhus Konvansiyonu
* Çevre Konusundaki Bilgilere Ulaşım Direktifi
* Raporlama Direktifi
* LIFE Tüzüğü
* Avrupa Çevre Ajansı

Deriner Barajı'nın maliyeti 3 kat arttı

Çoruh nehri üzerinde kurulması planlanan en büyük baraj olan Deriner Barajı hesap kitap dinlemiyor. İlk keşif bedeli 840 milyon dolardı, şimdi 2.6 milyar dolar oldu. Maliyeti neredeyse Türkiye'nin en büyük barajı olan 4 milyar dolarlık Atatürk Barajı'na yaklaştı, 2005'te bitecekti, 2009'a sarktı.

Özgür Gürbüz - Referans /12 Aralık 2005

İnşaatına 1993 yılında başlanan Deriner Barajı ve Hidroelektrik Santrali için ilk belirlenen keşif bedeli 125 milyonu yol relakasyon olmak üzere 840 milyon dolardı, barajın inşaası için 715 milyon dolar yeterli görülmüştü. 2005 yılında bitmesi gereken ve son 3 yıl içinde ödeneklerin düzenli ödenmesine rağmen bitirilemeyen projeye Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) rakamlarına göre 2005 yılına kadar 1 milyar 721 bin 566 YTL (1 milyar 271 milyon dolar) harcanmış. Projenin gecikmesiyle beraber yapılan bir ikinci keşif artışında projenin yatırım ihtiyacı 1.7 milyar dolara yükseltilmiş. DPT'nin Dokuzuncu 5 yıllık kalkınma planları için yaptığı en son hesapta projenin bitiş tarihi 2009'a uzatılıyor ve proje tutarı 2 milyar 600 milyon dolara çıkarılıyor.

670 MW'lık kurulu güce sahip olan ve yılda 2.1 milyar kilovatsaat (kws) elektrik üretecek olan Deriner Barajı, en iyi olasılıkla 4 yıllık bir gecikmeyle devreye girecek ve ilk keşif bedeli olan 840 milyon doların yaklaşık 3 katına mal olacak. Devlet Planlama Teşkilatı'nın 2005 yılı kamu yatırımlarında Deriner Barajı'nın proje bedeli 2 milyar 941 milyon Yeni Türk Lirası, yani 2 milyar 186 milyon dolar olarak belirlenmiş. Bu da 2005 yılında 2 milyar 186 milyon dolara bitirilmesi umulan projenin bir yıl içinde 400 milyon dolar kadar daha pahalandığını gösteriyor.

Ankara Üniversitesi öğretim üyesi ve RESSİAD (Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği) Başkanı Prof. Dr. M. Özcan Ültanır, Deriner projesinin fizıbıl olması, geri ödeme sağlayabilmesi için bu santralin enerji satış fiyatının 25 sent/kWs'in üstünde olması gerektiğini, aksi halde birikmiş borç tutarının azalmayacağını söylüyor. Ültanır, "2 milyar 600 milyon doları , yıllık üretimi olan 2.1 milyar kws'e bölünce, yatırım öncesi birikmiş birim üretim maliyeti, amortisman süresi için 124 sent/kWs olur. Bu maliyete, yatırım dönemi faizlerini eklediğimizde maliyet muhtemelen iki katına, yani 250 sent/kws'e çıkacak. Bu rakamı amorti edebilmek için seçilecek süre 15 yıl, ödenecek reel faiz de %10 alınırsa, enerji satış bedeli kilovatsaat başına 31 sent'i buluyor. Her halükarda, amortisman suresi 50 yıl bile olsa, %10 reel faiz ödenen ülkemizde bu santralin kilovatsaat satış fiyatının 25 sent'in üstünde olması gerek" diyor. Projenin özel sektörün elinde 500 milyon doları baraj yapısı ve en fazla 100 milyon doları yol relakasyonu olmak üzere 600 ya da beklenmeyen giderlerle en fazla 700 milyon dolar maliyetle gerçekleştirilebileceğini de öne süren Ültanır, "Bazı kesimlerin diline sakız olan kamu yararı da bunu gerektiriyor" diyor. Ültanır, "Hesaplanan bu 2.6 milyar dolar içinde kredi faizleri de herhalde yoktur. Tabii, para Babacan Hazine'sinden çıkarsa, sıfır maliyetle EÜAŞ'a devredilirse Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı işletme giderlerine bakarak üretim maliyeti kilovatsaat başına 0.2 sent der ve elektriğe zam yapma gereğini bile duymaz. Vatandaşın verdiği vergiler de çarçur edilmiş olur" yorumunu yapıyor. M. Özcan Ültanır, özel sektörün 600-700 milyon dolara bitirebileceği Deriner Barajı ve HES projesinin, yüksek eskalasyon sonucunun da her şeyden önce korkunç yüksek olan DSİ birim fiyatlarıyla iş yapıldığı için ortaya çıktığını söylüyor. Ültanır, "DSİ'nin birim fiyatları korkunç yüksek. Müteahhitler, baraj yapımında DSİ'den bir işi alabilmek için baştan yüzde 50 civarında fiyat kırıyorlar ve buna rağmen de kar ediyorlar. İkili anlaşmayla yapılan bir barajda ise tüm fiyatlar DSİ birim fiyatları üzerinden hesaplanıyor. Ayrıca DSİ birim fiyatları da hep Türk Lirası üzerinden hesaplanıyor. Sonuçta YTL'deki aşırı değer artışı da göz önüne alınınca YTL’den dolara çevrilen maliyetler de çok yükseliyor. Büyük eskalasyon miktarı da buradan çıkıyor. Özel sektör yapsaydı DSİ birim fiyatları kullanılmayacaktı, maliyetler YTL üzerinden değil doğrudan dolar üzerinden hesaplanacaktı ve böyle acayip eskalasyon değerleri ile de karşılaşılmayacaktı" diyor.

Barajlar ve HES Daire Başkanı Ali Haydar Şahin, bahsedilen rakamın alt projeleri de kapsadığını ve konunun spekülasyon amaçlı gündeme getirildiğini söylüyor. Deriner Barajı'nın şu andaki tesis bedelinin 1 milyar 350 milyon dolar civarında olduğunu söyleyen Şahin, "Deriner Barajı'nı yaptığımız alan Karadeniz gibi coğrafyası çok çetin olan bir bölge. Göl alanına su topladığınızda su altında kalacak yolları yeniden köprü ve viyadüklerle inşaa etmeniz gerek. 60 kilometrelik yollar da bu projenin içinde. Karadeniz'de 1 km. yol yapmak için 5 milyon dolar harcamak zorundasınız. 1 milyar dolara baraj çıkıyor, 300 milyon dolar da yollara gidiyor" diyor. Barajın, 250 metrelik çok yüksek beton bir baraj olduğunu ve eskalasyon artışlarının dikkate alınmadığını söyleyen Şahin, 720 milyon dolarlık ilk keşif bedelinin bazı kazılar yüzünden 900'e çıktığını ancak para bulunamadığını söylüyor. Şahin, "Hem para bulunamadı hem de barajın bitmesiyle eşgüdüm sağlanamayacaktı. Yani, yollar bitmediğinden, vatandaşın geçmesi için baraj bitse bile su tutulamayacaktı. Bu yüzden de Borçka, Muratlı ve Deriner'in yolları bizim projelerimize dahil edildi. Bunun dışında 20 km.'lik daha ihale edilmemiş bir yol var ve bu 1 milyar 350 milyonluk rakamın içinde doların artışı yok" açıklamasını yaptı. Büyük hidroelektrik projelerinin ilk yatırım maliyetlerinin fazla ama üretim maliyetlerinin çok düşük olduğunu söyleyen Barajlar Daire Başkanı, "Bu baraj 80-90 yıl elektrik üretecek ve 2009 yılında bitecek. Uzamasının nedeni kredi kuruluşlarıyla hükümetler arasında süren pazarlıklar. Gövde betonu dökülmeye başlamak üzere. Tüm dünya baraj yapmayalım diye uğraşıyor, DSİ'nin yaptığı her işi kötülemeye çalışıyorlar. Biz, Türkiye, enerji darboğazını kendi özkaynaklarıyla aşsın, dışa bağımlı olmasın diye uğraşıyoruz" dedi.

Türkiye'nin en büyük hidroelektrik barajı olan Atatürk Barajı'nın inşaatı 1981 yılında ilk derivasyon tünellerinin açılmasıyla başlamıştı. 11 yıl sonra açılan ve ilk elektrik üretimini 1992 yılında gerçekleştiren Atatürk Barajı 4 milyar dolara mal oldu ve 2400 Megavat'lık(MW) kurulu gücüyle Deriner Barajı'nın 4 katı elektrik üretim kapasitesine sahip. Deriner Barajı diğer iki baraja göre daha yüksek ve 250 metrelik yüksekliğe sahip, Birecik 53, Atatürk ise 170 metre yüksekliğinde ama Atatürk Barajı da 84 milyon 400 bin metreküplük gövde hacmiyle dünyanın en büyük baraj gövdelerinden birine sahip. Deriner'in gövde hacmi ise 3,2 milyon metreküp. Türkiye'nin ilk yap-işlet-devret hidroelektrik santrali olan Birecik Barajı, Deriner Barajı'yla hemen hemen aynı güce sahip ve 672 MW'lık kurulu gücüyle yılda 2 milyar 516 milyon kilovatsaatlik elektrik üretiyor. 3,5 yıl gibi kısa bir sürede bitirilen Birecik Barajı'nın maliyeti 1 milyar 400 milyon dolar (2,3 milyar Alman Markı). Kulislerde konunun Başbakan Erdoğan'a DPT yetkilileri tarafından iletildiği haberi dolaşıyor.

TEİAŞ rüzgara tedbirli bir "yeşil ışık" yakıyor

Yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ilgili yasanın hayata geçmesinden sonra yaşanan lisans başvurularındaki patlama, TEİAŞ'ın EPDK'ya yaptığı uyarıyla rüzgar enerjisi için verilen lisanslar 1350'de sınırlandırılmıştı. TEİAŞ bu sınırı gevşetmeye hazırlanıyor ama yine de UCTE kapsamında temkinli yaklaşıyor.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Aralık 2005

Bundan birkaç ay öncesine kadar rüzgar santrali kurmak için yapılan 4000 megavatlık (MW) başvuruların sadece 1350'sine lisans verilmiş, EPDK (Enerji piyasası Denetleme Kurulu) Başkanı Yusuf Günay da bunun nedenini (bize) TEİAŞ plancılarının 1500MW'lık bir yükü tolere edebileceklerini söylemeleri olarak açıklamıştı. Günay, yılbaşına kadar ülkenin kaldırabileceği rüzgar yükünün ne kadar olduğunu TEİAŞ'tan hesaplamalarını istediklerini de sözlerine eklemişti. TEİAŞ'ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın talep tahminlerine göre yaptığı çalışmada 2013 yılına kadar 3000MW'lık bir rüzgar gücünün önü açılmış gözüküyor.

TEİAŞ Genel Müdür Yardımcısı Halil Alış, 2007-2020 yılları arasında rüzgar enerjisi için her yıl 125MW'lık yeni kurulu güç öngördüklerini ama bu rakamların değişebileceğini, rüzgarın payında artış olursa diğer kaynaklarda yapılacak indirimle yine aynı hedefe ulaşılabileceğini belirtti. Türkiye'nin UCTE'ye (Elektrik İletimi Koordinasyon Birliği) bağlanmak için çalışmalar yürüttüğünü ve 14 ay sonra alınacak sonuçların, sistemin ne kadarlık bir rüzgar gücü kaldıracağı konusunda fikir vereceğini söyleyen Alış, "UCTE içinde de puant saatin yüzde 5'i oranında bir rüzgar gücü düşünülmüş ama o da çok belli değil" açıklamasını yaptı. EPDK'nin yeni lisanslar için TEİAŞ'la görüştüğü, TEİAŞ'ın da buna çok soğuk bakmadığı kulislerde konuşuluyor. Yatırımcı ve bürokratların üzerinde hemfikir olduğu nokta lisans verilen projelerin hayata geçmesi halinde herşeyin daha da netleşeceği.

Salahattin Baysal, "125 MW'lık rüzgar enerjisi yeterli değil ama bu konuda bir büyük savaş yapılması taraftarı da değiliz" diyor. Rüzgar Enerjisi Santralları Yatırımcıları Dernegi (RESYAD) Başkanı Baysal, "Öncelikle lisans verilen projeler içinde gerçekleşmeler olmalı. TEİAŞ'a Trakya'da ve Çeşme'de aynı anda rüzgarın kesilmeyeceğini ya da şiddetli rüzgar yüzünden türbinlerin durmasının Çanakkale'den İskenderun'a kadar aynı anda olmayacağını göstermeliyiz" diyor. Baysal, EPDK'nin bakanlıkça hazırlanan projeksiyonu dikkate alarak lisans vermesi gerektiğini, bu projeksiyonun alt yapısını TEİAŞ'ın hazırladığını ve sistemde bir değişiklik olmadığı takdirde 2020 yılına kadar 3000 megavat rüzgar enerjisinin sisteme bağlanabileceğinin belirlendiğini belirtiyor. Baysal, "Bir ülkenin enerjisinin ne kadarının yerli ne kadarının yabancı, ne kadarının rüzgar ne kadarının hidroelektrik olacağı bir politik iradenin kararıdır; siyasi bir tercihtir. Ben yenilenebilir enerji kaynaklarının uzun dönemde en ucuz kaynaklar olduğu ve dışa bağımlı olmadığı için tercih edileceğini düşünüyorum. Uzun dönemde ne nükleer ne doğalgaz bizden daha ucuz, diğer kaynakların çevresel/sosyal maliyetlerini eklemesek bile" yorumunu yapıyor.

Uçakların egzoz gazına kota bilet fiyatlarını 9 euro artıracak

Uçakların motorlarından çıkan karbondioksit oranına gelecek kota hem havayolları şirketleri arasında 'karbon borsası' kurulmasına hem de uçak fiyatlarının yükselmesine yol açacak.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel Dergisi / 26 Nisan - 3 Mayıs 2007

Kyoto Protokolü'nün 16 Şubat'ta yürürlüğe girmesinin ardından sera gazı emisyonlarını düşürmek için devreye soktuğu mekanizmalardan biri olan emisyon ticareti, Avrupa Birliği (AB) içinde Ocak 2005'ten itibaren çalışmaya başladı. Buna göre firmalara atmosfere saldığı sera gazı oranlarına sınır değer getiriliyor. Bu kotaların altında ya da üstünde kalan miktarların serbest piyasada satılıyor. AB, halihazırda sistem içinde yer alan çimento, demir-çelik, enerji üreticileri gibi enerji yoğun işletmelere, 2008'den itibaren havayolu şirketlerini de ekleyecek.

Komisyon ilk olarak 5 bin 600 AB vatandaşı ile 200 organizasyonun görüşlerini aldı ve yüzde 82'si havayolu şirketlerine de kota konmasına sıcak baktı. Çevre komisyonu üyesi Stavros Dimas sonuçları, havacılık sektörünün sera gazı emisyonlarını azaltmasını, "fiyat artışına yol açsa bile gerekli bir adım olarak düşünenlerin geniş bir kitleyi oluşturduğu savı"nı pekiştiren bir gösterge olarak yorumladı. İstatistikler de Dimas'ı yanıltmıyor. AB içinde 1990 yılından 2003 yılına kadar olan sürede hava taşımacılığından kaynaklanan sera gazlarının oranı yüzde 73 arttı. Yine Temmuz ayında hazırlanan 245 sayfalık "Emisyon Ticaretini Kanatlandırmak" adlı raporda ise havacılık sektörünün emisyon ticaretine dahil olmasının başedilemez bir ekonomik yük getirmeyeceği ve yasal olarak sakınca doğurmayacağı sonucu yer aldı. Yapılan araştırmalar, işin mali boyutunun gidiş-dönüş biletlere yansıyacağını ve biletlerde 9 euroluk bir fiyat artışına yol açacağını ortaya koyuyor.

AB dışındaki ülkelerin tavrı
Ucuz hava taşımacılığına alışmış Avrupalı yolculardan, sektör temsilcilerine kadar geniş bir alanda uzlaşma sağlanmasına rağmen yine de her şey güllük gülistanlık değil. AB'yi tedirgin eden İngiliz Muhafazakar Parti üyesi, AB milletvikili Coroline Jackson'ın da açıkça söylediği gibi AB dışı ülkelerinin bu plana nasıl bakacakları. Jackson, "Komisyon, bizim firmalarımızı haksız bir biçimde dezavantajlı duruma düşürmeyecek, daha geniş ölçekli bir anlaşma için çalışmalı" diyor ve ekliyor: "Emisyon ticaretine dahil olmak en uygun çözüm. Bilet fiyatlarında bir artış veya yakıt vergisi getirmek ne yolcular ne de şirketler için adil değil".
Şu andaki planda, AB içinden kalkan tüm uçakların, uluslararası uçuşlarla beraber sisteme dahil olması öngörülüyor ve bunun AB şirketlerini yabancı firmalara karşı koruyacağı düşünülüyor. Komisyon, bu kuralın ülke farkı gözetmeksizin tüm şirketlere uygulanması gerektiğini düşünüyor ama ülkeler değil, uçaklar söz konusu olduğunda kimin limitleri belirleyeceği belli değil. Belli olmayan bir başka nokta ise AB dışından gelip, AB içi aktarma yapan uçakların sisteme nasıl dahil edileceği. Ayrıca, başta iki büyük firması yakınlarda iflas etmiş olan Amerikan havacılık sektörü olmak üzere, yabancı şirketleri bu konuda ikna etmek de kolay olmayacağa benziyor. Avrupa Havayolu Endüstrisi her ne kadar emisyon ticaretini ekstra vergilere tercih ettiğini söylese de, bunun AB içi uçuşlarla sınırlandırılmasını öneriyor. Şimdi top yine Komisyon'da. Uzmanlarla düzenli toplantılar düzenlenecek, görüşler alınacak ve 2006 yılı içinde bu sorunları çözmesi beklenen bir resmi yasa önerisi hazırlanacak. Görünen o ki, bu yasa tasarısının 2006 yılında AB'ye uçuşları olan yerli şirketlere bir "Karbon kıyağı" ya da bir "Karbon karmaşası" olarak geri dönme olasılığı da hayli yüksek.

Türk uçakları standarta uyuyor
THY'dan Uçak Yüksek Mühendisi Levent Demirel, "Emisyon kotalarının AB üyesi olmayan havayolu şirketlerine nasıl yansıtılacağı henüz tartışma safhasında olduğundan bu hususun rekabeti nasıl etkileyeceğini bugünden öngörmenin zor olduğunu" söylüyor ve ticari uçak motorlarında egzoz emisyonu değerlerinin motorun tasarımına bağlı olduğuna dikkat çekiyor. Demirel, THY'nın mevcut filosunda bulunan ve önümüzdeki dönemde filoya katılacak olan uçaklara takılı olan motorların hepsinin, egzoz emisyonları ile ilgili olarak dünya çapında kabul edilen ICAO Annex 16 Volume 2 standardına uyduğuna dikkat çekiyor.
Havayolu taşımacılığının yol açtığı sera gazı emisyonları, AB içindeki toplam emisyonların yüzde 3'üne denk geliyor. AB'yi endişelendiren nokta, diğer sektörlere göre artışın çok daha hızlı olması ve böyle bir sektörün mekanizma dışında bırakılarak tüm çabaların ciddiyetine gölge düşürülmesi. Çevreci ve yeşillerin baskısı da cabası. İçlerinde Greenpeace ve WWF'in de bulunduğu 10 çevreci STK, halihazırda Komisyon üyelerine bu konunun çözülmesi gereken ilk ve en acil adım olduğunu konusunda hemfikir olduklarını bildirdi.

Emisyon Ticareti
2004 yılından bu yana Avrupa Birliği içinde uygulanan Emisyon Ticareti'ne yaklaşık 12 bin işletme dahil. Her işletmenin kendine ait kotaları var ve yıl içerisinde karbondioksit (CO2) eşdeğeri emisyonlarını bu kotaların altında tutmak zorundalar. Tutamadıkları takdirde kotalarının altında kalmayı başarmış diğer firmalardan bir çeşit "kontenjan" satın almak durumundalar. Her CO2 hissesi için karşılığında serbest piyasada oluşan fiyatı ödemek zorundalar. Şu an için CO2'nin tonu, önceki güne göre 75 euro sent daha arttı ve dün itibariyle 22 euro 35 sente ulaştı.

Yenilenebilir enerji pazarı 2008'de iki katına çıkabilir

Buzulların Erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma 4

Son 3 yılda yüzde 68 büyüyen yenilenebilir enerji pazarının 2008'e kadar ikiye katlanması bekleniyor. Yenilenebilir enerji pazarındaki bu ivme, sektörde halen 30 milyar dolar civarında olan yıllık yatırım miktarını da 2014 yılına kadar 100 milyar dolara çıkaracak.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 4 Aralık 2005

Çin'in Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu Başkan Yardımcısı Zhang Guobao yenilenebilir enerji için, "Önemli ekonomik ve çevresel faydalar sağlayıp, yoksulluğu azaltıyor" diyor. Rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerjinin enerji güvenliğine katkı yapacağını düşünen Çin, gelecek 15 yıl içerisinde bu kaynaklara tam 180 milyar dolar harcayarak elektrik üretimindeki payını yüzde 15'e çıkarmayı planlıyor.

Son 3 yılda yüzde 68 büyüyen yenilenebilir enerji pazarının 2005-2008 arasında da ikiye katlanması bekleniyor. 2014 yılında yıllık yatırım miktarının 102.4 milyar doları bulacağı tahmin edilen sektörün gelişiminin ardında, küresel ısınma ve yükselen petrol fiyatları yatıyor. 1 kilovatsaat (kWs) elektrik üretimi için kömür santralleri kullanılırsa 0.7-1 ton arası CO2 emisyonu salınıyor. Petrolde bu rakam 0.72, doğalgazda ise 0.42 ton. Rüzgar santralleri ise kömür santrallerinin yüzde 1'i kadar emisyona yol açıyor. Güneş, jeotermal, biyokütle gibi kaynakların kurulduktan sonra tek maliyetlerinin işletim giderleri olması, petrol fiyatlarından etkilenmemesi, ulusal kaynaklar olması, çoğu yerde iletim hatları gibi ek masraflara neden olmaması ve hiçbir atık bırakmaması diğer enerji kaynaklarıyla rekabette avantaj sağlıyor. Bazı hükümetlerin sabit fiyat tarifeleri ve vergi indirimleriyle bu kaynakları desteklemeye başlaması, araştırmaların yoğunlaşmasına ve fiyatların da düşmesine neden oluyor.

Yeni iş alanları
Küresel ısınmadan en çok etkilenecek sektörlerin başında gelen tarım sektöründe, biyodizel ve enerji bitkileri tarımı yeni iş alanları olarak beliriyor. Üretimde olası düşüşler de fiyatların artmasına neden oluyor. İnşaat sektöründe verimlilik öne çıkıyor ve nakliye ücretlerinin artması bina yapımında daha hafif materyallerin öne çıkmasını sağlıyor. Enerji fiyatlarında artış kaçınılmaz gibi göründüğünden enerji verimliliği sadece beyaz eşyalarda değil her türlü elektronik eşyada aranmaya başlanıyor.

Yakında profesyonel izolasyoncular ve izolasyon şirketleri ortaya çıkarsa şaşırmamak gerek. Otomotiv sektöründe enerji yoğunluğu düşük araçlara talep olması bekleniyor. Otellerde su ve elektrik kullanımında vana ve düğmelerin yerine otomatik ve süreli olarak çalışan duş ve elektrik lambaları halihazırda kullanılmaya başlandı bile. Bunlarla beraber şirketler ve kamu kuruluşlarında bu konularda uzman kadro gereksinimi de ayrı bir iş kolu yaratacak. Hidrojen enerjisi, karbon depolama gibi yöntemlerin de gelecekte sektörel bir hal almaları sürpriz değil.
Tüm zorluklarına rağmen küresel ısınmayı yavaşlatmak için gereken bilgi birikimi ve teknolojiye sahip olmak insanlığın en büyük kazancı. Türkiye'de emisyon indirimleri için en büyük avantaj enerjinin etkin kullanılması ve büyük yenilenebilir enerji potansiyeli. Elektrik İşleri Etüd İdaresi, yüzde 20-30 oranında tasarruf potansiyelinden bahsediyor ve bunun "karbonca"sı 40-45 milyon ton CO2 emisyonu demek. Yani neredeyse tüm Türkiye'nin toplam emisyonunun beşte biri. Hükümetlerin politikalarını değiştirmekten verimli teknoloji tercihine, küresel ısınmayı durdurmaktan tasarruf yapmaya her şey aslında bizim elimizde.

Yenilenebilir enerjiye geç olmadan geçmeliyiz
Dr. Ümit Şahin
Türkiye Yeşilleri İklim Değişikliği Koordinatörü
Küresel ısınma petrole ve diğer fosil yakıtlara ileri derecede bağımlı bir ekonomik sistem içinde yaşamanın sonucu. Yapılması gereken şey elektrik enerjisini rüzgar ve güneşten elde eden, enerji kullanımı en düşük, verimliliği en yüksek bir enerji politikasına sahip, aşırı tüketimi frenleyen ve kendini yenileyebilen bir ekonomik sisteme vakit çok geç olmadan geçmektir.

Türkiye AB'de en çok rüzgar potansiyeli olan ikinci ülke
Metin Atamer
Rüzgar Enerji Santralleri Yatırımcıları İşadamları Derneği
(RESYAD)
Genel Sekreteri
RESYAD olarak son üç senedir Kyoto'yla ilgili gerekli her merciyle görüşmemize rağmen bir sonuç alamadık. Rüzgar, güneş, jeotermal, dalga enerjisi, rezervsiz hidroelektrik santraller, biyokütle santrallerinin önündeki bütün engeller kalkarsa, AB üyesi ülkelerin içinde en çok rüzgar potansiyeli olan ikinci büyük ülke olarak bize yeni ufuklar açabilir.

Küresel sıcaklık yükselişi 2ºC 'de sabitlenmeli
Yeşim Aslan
Greenpeace Akdeniz İletişim Sorumlusu
Greenpeace olarak Kyoto protokolünü onaylamayan ABD, Avustralya, Türkiye gibi ülkelerin bu sürece bir an önce dahil olmalarını istiyoruz. İklim değişikliğini kontrol altına alamazsak, dünya dönüşü olmayan felaketlere sürüklenecek. Greenpeace, iklim politikasının hedefinin, ortalama küresel sıcaklık yükselişini 2ºC'ye ulaşmadan sabitlemek olması gerektiğini düşünüyor.

Yetkililer işin ciddiyetinin henüz farkında değil
Doç. Dr. Ergin Duygu
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü
Türkiye'de yerel insan etkinlikleri, yanlış uygulamalar ve küresel iklim değişikliğinin etkisiyle sinsi şekilde gelişen kuraklaşma, bu arada yaygın kirlenmeyle yeraltı su kaynakları ve toprağın kirlenmesi, çölleşme ve biyoçeşitlilik ile ekosistem kaybı sonucunda gelişen fakirleşme, kırsal göç, kentleşme gibi sorunlar yetkilileri ve kamuoyunu henüz gerektiği gibi ilgilendirmiyor.

Enerji Tüketimi, Yoğunluğu ve Kişi Başı Tüketim






Ülke

Tüketim(MTEP)

Enerji yoğunluğu

Kişi başına enerji tüketimi(TEP/nüfus)

Japonya

520,7

0,09

4,09

Yunanistan

28,7

0,2

2,62

ABD

2281,5

0,25

7,98

Türkiye

83,6

0,38

1,06

OECD

8970

0,19

4,68

Dünya

10029

0,29

1,64

Sektörde Türkiye Çin'in ardından ikinci sırada
* Üretim maliyetleri kilovatsaat başına küçük hidrolar için 4-7 sent, rüzgarda 4-6 sent, biyokütlede 5-12 sent ve jeotermalde 4-7 sent aralığında.
* Türkiye'de 70 bin konut halihazırda jeotermalle ısıtılıyor, güneş ısıtıcılarında Türkiye Çin'in ardından ikinci sırada.
* 2004'te yapılan 8 milyar euro değerindeki, 8 bin MW'lık yatırımla rüzgar enerjisi dünyada 48 bin MW'lık kapasiteye ulaştı.
* Rüzgar enerjisi sektörü 100 bin kişiye istihdam sağlıyor.
* 1 kilovatsaat elektrik üretimi için kömür santrallerinden 0.7-1 ton arası emisyonu salıyor. Bu rakam petrolde 0.72, doğalgazda 0.42 ton. Rüzgar santralleri ise kömür santrallerinin yüzde 1'i kadar emisyona yol açıyor.
* Çin, 15 yıl içerisinde yenilenebilir kaynaklara 180 milyar dolar harcayarak üretimdeki payını yüzde 15'e çıkarmayı hedefliyor.

Buzulların Erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma III

Emisyon kotaları Çimento ve Demir-Çelik sektörlerini zorlayacak

Küresel sera gazlarının yüzde 6'sı demir-çelik sektöründen, yüzde 5'i çimento sektöründen kaynaklanıyor. Enerji yoğun iki sektörü de emisyon kotaları konusunda zor günler bekliyor. Diğer sektörlerde ise iklim koşullarının değişmesi ana etken.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 3 Aralık 2005

Küresel sera gazlarının büyük bir bölümü petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardan kaynaklanıyor. Enerji çevrim santralleri bu yakıtları elektrik enerjisine dönüştürmek için yakarken, demir-çelik ve çimento gibi enerji yoğun sektörler de bu yakıtları kullanıyor ve sera gazı emisyonlarıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Halihazırda kaynak sıkıntısının çekildiği, Çin'in sektörü tedirgin ettiği bir dönemde, başta Kyoto'ya taraf olmuş emisyon ticareti içinde yer alan ülkelerdeki sektör temsilcileri olmak üzere herkes konuya yakından takip ediyor. Yılda 16,7 milyon ton çelik üreten ve 1,5 milyon ton ihracat yapan Türkiye çelik sektörünün lideri Erdemir’in emisyonları yılda 5,5 milyon tonu buluyor. Erdemir, 2005 yılı hedefi olan 5,2 milyon tonu tuttursa bile tek başına Türkiye’nin toplam emisyonlarının 40’ta 1'ini tek başına üretmeye devam edecek. Bu sadece Erdemir’e özgü bir sorun değil. Tam tersine Erdemir yabancı demir-çelik şirketleriyle kıyaslandığında listenin ortalarında yer alıyor. Belçikalı Sigmar firması 1 ton çelik üretirken 1.06 ton Co2 salımı yaparak listenin en başında yer alırken, Tata Steel 1 ton çelik üretimi için 2,51 ton Co2 salımı yapıyor. Erdemir’de bu oran 2,05. Demir-çelik sektörü emisyon oranlarını azaltmak için alternatif yakıtlara, enerji verimliliğine ve bununla birlikte üründe yeniliğe gidiyor. Aynı ürünler daha az hammadde ile üretilmeye çalışılıyor Otomobiller son 12 yılda yüzde 25 hafifledi, 1973’te 40 gram alimünyum harcanarak imal edilen teneke meşrubat kutusu bugün 28 gram harcanarak üretiliyor.

Nakliye ve gıda ürünlerinde fiyatlar artacak
Yoğun enerji kullanımından dolayı emisyon kontrolünden etkilenecek diğer sektörlerde de benzer sorunlar ve çözüm arayışları var. Elektrik üreten ve fosil yakıt kullanan tüm termik santraller, yine küresel emisyonların yüzde 5’inin salımından sorumlu çimento sektörü, kağıt, seramik, cam endüstrileri ve rafineriler emisyon kontrolünü ciddiye almak zorunda. AB içindeyseniz ya da Kyoto’ya taraf olmuşsanız bundan kaçışınız yok. İklim değişikliği sanayiciyi sadece emisyonlar yüzünden de zor durumda bırakmıyor. Tarım, turizm, sigorta, gıda, sağlık, inşaat sektörlerini oldukça zorlu bir dönem bekliyor. Daha sıcak yazlar sulama ihtiyacını arttıracak, doğal afetler hasadı etkileyecek, nakliye ücretlerinin artması sebze ve meyve fiyatlarını arttıracak. Hasar ödemelerindeki artış sigortacıları zora sokacak, poliçe bedelleri yükselecek ve bölgelere göre özel primler uygulanacak. Nakliye ücretleri artacak, enerjiyi verimli kullanmayan ulaşım araçlarına rağbet azalacak ve toplu taşımacılık ön plana çıkacak. Binalar, rüzgar, yağmur ve fırtınalara daha dayanıklı yapılacak ve binalarda enerji verimliliği ön plana çıkacak. Turizmle uğraşanlar giderek ısınan güney bölgelerde daha çok klima ihtiyacıyla karşı karşıya kalacaklar, aşırı sıcaklardan dolayı belki de turist sayısında bir düşüş bile yaşanacak.

Türkiye'ye etkisi
Adı üstünde küresel ısınma sadece kutupları ya da New Orleans'ı etkilemiyor. Her bölgenin iklim ve coğrafi koşullarına göre etkileri farklı. İTÜ Meteoroloji Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, Hükümetlerarası İklim Değişim Paneli'nin (IPCC) projeksiyonlara göre, Türkiye'de sıcaklıkların 2030 yılına gelindiğinde kışın 2 derece, yazın ise 2 ila 3 derece arasında artacağını öngörüyor. Yağışlar ise kışın yüzde 10 artarken yazları yüzde 5 ile 15 azalacak. Bununla birlikte topraktaki nem oranı yaz aylarında yüzde 15 ile 25 arasında azalacağını söyleyen Kadıoğlu, Akdeniz'deki deniz suyu seviyesinin de 2030 yılına kadar 18 cm., 2050 yılına kadar da 38 cm. yükselebileceğine işaret ediyor. Projeksiyonların dışında yapılan araştırmalar da iklim değişikliğinin ilk bulgularını gözler önüne seriyor. Ege bölgesinde kış ayları yağışlarında azalma, Van Gölü'nün su seviyesinde artış ve yaz aylarında gece sıcaklıklarında yaşanan artış bu belirtilere örnek olarak gösterilebilir.

Montreal'de neler oluyor
Montreal'de devam eden ve 9 Aralık'ta sona erecek olan 11. Taraflar Konferansı (COP11), Kyoto Protokolü’nün ilk resmi Taraflar Buluşması olması nedeniyle de büyük önem taşıyor. Toplantının en önemli tartışması sera gazı salımlarındaki düşüşün, son yıllarda tersine bir hareket göstermesi oldu. 1990-2003 yılları arasında EK-I ülkelerinin toplam sera gazı emisyonları yüzde 5,9 düşmüştü. Son yıllarda tersine bir süreç görülmesi Kyoto hedeflerine ulaşılıp ulaşılmayacağı konusunda kaygı yaratıyor.

AB'nin, Marakeş Uzlaşmaları’nın kabul edilmesi ve Kyoto dışında yeni bir tartışma başlatılması isteği diğer ülkelerden de büyük destek gördü. Bilindiği ABD ve Avustralya Kyoto'nun yerine gönüllülük esaslı bir yöntem istiyorlardı. Kyoto Protokolü’nün tüm uygulamaları için “kaynak belge” olarak adlandırılan Marakeş Uzlaşmaları, 30 Kasım 2005 günü kabul edildi ve Protokol süreci işlevsel olarak da yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye gibi BM İDÇS Ek-I’de yer alan ancak Kyoto Protokolü Ek-B Listesinde yer almayan Beyaz Rusya, 24 Kasım 2005 tarihi itibarı ile Kyoto Protokolü’ne en son katılan ülke oldu. Beyaz Rusya’nın Ek-B kapsamında %5 azaltma yükümlülüğü alma önerisi, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren önemli tartışma başlıklarından birisini oluşturuyor. Türkiye'nin de benzer bir yolu izleyip izlemeyeceği merak konusu. Toplantıda Türkiye, Çevre ve Orman, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı; Elektrik İşleri ve Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü yetkilileri tarafından temsil ediliyor. COP11’de Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Rana İzci bir yan etkinlikte konuşmacı olarak yer alacak. Bölgesel Çevre Merkezi'nin (REC) kolaylaştırıcılığında toplantıya katılan Avrasya Stratejik Araştırmalar Vakfı ise bugüne kadar bir COP toplantısını izleyen ilk Türk sivil toplum kuruluşu oldu.

Günün Fosili Ödülü
Çevreci STK’ler her COP toplantısında, uygulamalara engel çıkaran ülke delegasyonlarına “Günün Fosili” ödülünü veriyorlar. Bu yılki ödül, Kanada’nın
katranlı kumlarını taşıyan bir kamyonla sembolize ediliyor. İlk 2 günün sonunda, ABD 8 puanla birinci, Suudi Arabistan ise 4 puanla ikinci sırada. Ayrıca çevreci kuruluşlar bugün tüm dünyada ABD'nin Kyoto'yu imzalaması ve temiz enerji kullanımının arttırılması için sokaklara çıkıyor. Türkiye'de İstanbul'da saat 13'te Kadıköy Numune Hastanesi önünden başlayacak yürüyüş, Kadıköy meydanında bir konserle son bulacak. İzmir, Bursa, Ankara, Bodrum ve İskenderun'da da küresel ısınmaya dur demek isteyenler yollara dökülecek.


Sektörel bazda enerjiden kaynaklanan CO2 emisyonları (2000-EİE)
Elektrik üretimi %41
Sanayi %27
Ulaştırma %17
Diğer sektörler %15


Bazı AB ülkelerinin emisyon ticareti kotaları ve Kyoto hedefleri
Ülke --- CO2 kotası(Mton) --- Kyoto hedefi*
Almanya 1497 --- % -21
Avusturya 99,01 --- % -13
Fransa 469,53 --- % 0
Estonya 56,85 --- % -8
Hollanda 285,9 --- % -6
Portekiz 114,5 --- % +27
İsveç 68,7 --- % +4
Birleşik Krallık 736,0 --- % -12,5

* 1990 yılındaki emisyon oranlarına göre yapacakları indirim

Kyoto'nun imzalanması yılda 20 milyar $ kazandırabilir (Küresel Isınma Yazı Dizisi -2)

Kyoto'nun Türkiye'ye ne getirip ne götüreceği konusunda fikir birliği henüz yok. TOBB, yılda 1.6 milyar euro kaybettireceği görüşünde. Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği (RESSİAD) ise, emisyon ticareti ve yeşil elektrik sayesinde 20 milyar dolarlık bir kazançtan söz ediyor.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 2 Aralık 2005

Türkiye'de küresel ısınma tartışmaları genelde Kyoto Protokolü'ne dahil olup olmama ekseninde yapılıyor. Ancak bu protokolün ne getirip ne götüreceği konusunun araştırılmasında ciddi bir eksiklik mevcut. Rüzgar Enerjisi ve Su Santralleri İşadamları Derneği (RESSİAD) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır, protokolü imzalaması ile Türkiye'nin yeşil elektrik ihraç ederek ve emisyon ticareti yaparak yılda 20 milyar dolar kazanılabileceği görüşünde.

Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, geçen hafta Ankara'da yapılan "İklim Değişikliğinin Türkiye'ye ve Sanayiye etkileri" panelinin açılışında, Türkiye'nin Kyoto'yu ancak ABD, Fransa ve İtalya kadar karbondioksit ürettiği zaman imzalayacağını söylemiş ve kimsenin Türkiye'den 1990 yılını baz almasını beklememesi gerektiğini dile getirmişti. Bu açıklamalar yeni bir tartışma başlattı.

Kyoto müzakere gündemine gelecek
Türkiye dışında tüm AB üye ve aday ülkeleri protokolü imzaladı. Bu nedenle protokol, AB katılım müzakerelerinde gündeme gelecek ve sürecin en önemli kalemlerinden birisi olacak.
Türkiye'nin 1990 yılında 130 milyon ton olan sera gazı emisyonları yüzde 63 oranında artış göstermiş. Çevre ve Orman Müsteşarı Hasan Sarıkaya ise bu rakamın yüzde 70-80'lerde olduğunu söylüyor. Türkiye'nin "Ulusal Bildirim Raporu" açıklandığında kesin bir rakam söylemek daha da kolaylaşacak ancak, yetkililer bu raporun 2006 sonundan önce hazırlanamayacağını dile getiriyorlar.
AB, Kyoto'ya taraf olurken kendi içinde değişik bir model geliştirdi. Ve, 2012 yılına kadar, 1990 yılı oranlarında yüzde 8'lik bir düşüşü taahhüt etti. Yüzde 8'lik ortak hedefe ulaşmak için her ülke ayrı hedefler belirledi. Bazı ülkeler emisyon indirimi yerine artışlarını sınırlandırmakla yükümlü kılındı. Türkiye üyelikten önce Kyoto'ya taraf olmak isterse, tüm pazarlığı kendi başına yapmak zorunda.

Emisyon ticareti yapabiliriz
Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği (RESSİAD) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır ise Kyoto'nun Türkiye için çok karlı olabileceğini ileri sürüyor. Ültanır, Türkiye'nin Avrupa'ya yeşil elektrik ihraç ederek ve emisyon ticareti yaparak yılda 20 milyar dolar kazanacağını söylüyor. Ültanır'a göre, Kyoto Protokolü'nü imzalamadan da bu ticaret yapılabilir ama, kazanılacak miktarın yaklaşık üçte birine razı olmak koşuluyla.
Emisyon ticaretine Kyoto'yu imzalamadan dahil olmak için enerji santrallerinin "Gold Standartları"na uygun biçimde projelenip inşa edilmesi gerekiyor. İnşaatı bitmiş eski santrallerle bu piyasaya girilemiyor. Bu standartlara uygun projeler yeşil sertifika almaya hak kazanıyor ve emisyon ticaretine katılmanın yolu açılıyor. YEK Kanunu'nda öngörülen ve EPDK tarafından verilip ulusal boyutta sınırlı kalacak YEK (Yenilenebilir Enerji Kaynak) Belgesi böyle bir süreci öngörmüyor.

RESSİAD Başkanı, "Kyoto'ya bağlı yürütülen "Gold Standard" prosedürüne, Türkiye henüz protokolü imzalamadığı için firmalarımızın bir Avrupa ülkesi üzerinden katılmaları mümkün ancak bu, Türkiye açısından daha az kazanç demek.
Avrupa ile elektrik alışverişi için UCTE anlaşmasının 28 Eylül'de imzalanmasıyla, su ve rüzgâr kaynaklarımızdan üretilecek yeşil elektriğin Avrupa'ya ihracı için fiziksel altyapı oluşturulmuş bulunuyor" diyor Ültanır ve bu koşulların bir an önce emisyon ticaretine dahil edilerek desteklenmesini istiyor.

Türkiye'nin yıllık kaybı 1.6 milyar euro olur
Geçen hafta Ankara'da yapılan "İklim Değişikliğinin Türkiye'ye ve Sanayiye Etkileri" konulu panelde konuşan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Kyoto Protokolü'nün iyi müzakere edilmezse Türkiye açısından çok büyük finansal kayıplara yol açacak unsurlar taşıdığını belirtmiş, büyüyen Türk sanayinin bu protokolden olumsuz etkilenmemesi için ilgili tüm kesimlerin ödevine iyi hazırlanması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Hisarcıklıoğlu, "Türkiye yılda 213 milyon ton karbondioksit emisyonu üretiyor. Bu rakam 2023 yılında 450 milyon tonu bulacak. Türkiye eğer Kyoto'yu tartışmadan kabul edecek olsaydı, yılda 1.6 milyar euroluk emisyon payı almak zorunda kalacaktı" demişti.

1 ton karbonun fiyatı 20 euro
Kyoto Protokolü sera gazı indirim hedeflerine ulaşmak için Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM), Ortak Uygulama(JI) ve Emisyon Ticareti'nde oluşan 3 ayrı mekanizma üzerinden yola çıkılıyor. Bu mekanizmalardan yararlanmak için Kyoto'yu onaylamış EK-I ülkesi olmak gerekiyor. Ortak Uygulama, EK-I ülkelerinin diğer EK-I ülkelerinde yeniden ormanlaştırma yapmak gibi projeler uygulanmasına olanak veriyor. Mekanizmalar içinde en çok konuşulanı ise kuşkusuz Emisyon Ticareti. Bu mekanizma EK-I ülkelerinin diğer EK-I ülkelerinden limitlerinin üstüne çıktıklarında kredi satın almasına olanak sağlıyor. Ülkeler arasında olduğu gibi firmalar arasında da alışveriş yapılabiliyor. AB, 15 bin kuruluşun dahil olduğu ilk uluslararası emisyon borsasını bu yıl başında açtı ve şu anda 1 ton karbonun fiyatı 20 euro civarında.

Türkiye'nin ne kadar indirim yapacağı pazarlığa tabi
İDÇS'de ülkeler EK-I ve EK-II olarak iki sınıfta ele alındı. EK-II ülkeleri 1992 itibariyle OECD üyesi olan 24 ülkeden, EK-I ise pazar ekonomisine geçiş sürecinde kabul edilen ülkelerden oluşuyor. İlk başta Türkiye, OECD'ye taraf olması nedeniyle listenin her iki tarafında da yer aldı ve sera gazı emisyonlarını 1990 yılı seviyelerine çekmek, gelişmekte olan ülkelere teknolojik ve mali kaynak sağlamakla yükümlü kılındı. Türkiye'nin kendini OECD ülkeleriyle aynı yerde görmek istediği için EK-II listesinde olmakta ısrar ettiğinin altını çizenler, stratejik bir hata yapıldığını söylüyorlar. Türkiye durumunun değiştirilmesi için 2001 Marakeş toplantısında isminin Ek-II 'den silinmesini istedi ve Ek-I'de de özel koşullarla yer almasını talep etti. Türkiye'nin talebinin kabul edilmesi, Kyoto'daki durumunu da değiştirdi. Böylece Türkiye'nin ne kadar indirime gideceği ya da ne kadar artırabileceği pazarlıklarla belli olacak.

Buzulların erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma (Yazı Dizisi -1)

Küresel ısınma 20-25 yıl içinde 300 milyar dolar zarar verebilir

BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 1 Aralık 2005

Küresel ısınma ile yakından ya da uzaktan ilgili milyonlarca insanın gözü 28 Kasım'dan bu yana Kanada Montreal'de düzenlenen İklim Değişikliği toplantısında. 9 Aralık'a kadar sürecek olan toplantılara yaklaşık 7 bin delege, yüzlerce gazeteci ve gözlemci katılıyor. Birleşmiş Milletler, küresel ısınmaya çare bulunamazsa milyonlarca iklim göçmeni ortaya çıkacağını, zararın maliyetinin ise 20-25 yıl içerisinde 300 milyar doları bulacağına dikkati çekiyor.

Türkiye'yi Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mustafa Öztürk'ün başkanlığında bir heyetin temsil ettiği bu toplantı sanayiden siyasete, basından sivil toplum örgütlerine kadar her platformda büyük bir dikkatle izleniyor. Bu toplantı İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (İDÇS) taraf olan ülkelerin 11. olağan toplantısı (COP11) olmasının yanı sıra, 16 Şubat'ta hayata geçen Kyoto Protokolü'ne taraf ülkelerin de ilk toplantısı (MOP1).

Dünya neden ısınıyor
Toplantılarda rutin gündemin yanı sıra, 2008- 2012 yılları arasında tüm mekanizmalarıyla çalışacak olan Kyoto Protokolü'nün ardından küresel sera gazı emisyonlarında yeni bir indirim hedefinin olup olmayacağının şekillenmesi bekleniyor. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin bir anlamda liderliğini yaptığı protokole şu ana kadar 156 ülke taraf oldu. Türkiye'nin 2004 Mayıs ayında taraf olduğu İDÇS'ye ise tam 189 ülke. Toplantılara katılan ülkeler arasında, Kyoto Protokolü'ne taraf olmayı reddeden ve toplam sera gazı salımlarında kayda değer paylara sahip olan ABD ve Avustralya'da var. ABD tek başına toplam sera gazlarının yüzde 36.1'ine, Avustralya ise yaklaşık yüzde 3.4'üne neden oluyor. Avustralya, kişi başına düşen sera gazı emisyonlarında ise 27 ton karbondioksit eşdeğeriyle dünya lideri. Türkiye'de de bu oran 3 ton civarında.

Kritik sınır 2 derece
Dünyanın çevresi aynı bir battaniye gibi başta Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Hidroflorokarbonlar (HFC), Perflorakarbonlar (PFC) ve Azotoksitlerle (N2O) örtülü. CO2 gazı tek başına sera gazlarının yüzde 60'ını oluşturuyor. Bu gazlar, atmosferin sadece yüzde 1'ini oluşturmalarına karşın aynen battaniye etkisi yaratıyor. Atmosferden geçen ve dünya yüzeyinden geri yansıyan güneş ışınlarının bir bölümünü tutarak, dünyayı yerkürenin üzerindeki canlıların yaşaması için gerekli olan 16 derece civarındaki ortalama sıcaklıkta tutuyor. Buraya kadar mükemmel gibi görünen bu sistem, sanayileşme ve onunla birlikte başta artan fosil yakıt tüketimiyle bozulmaya başladı, kısaca dünya ihtiyacı olmayan daha kalın bir battaniye kullanmaya başladı. Bu güne kadar yapılan hesaplar, ortalama sıcaklığın 0.6 dereceye kadar arttığını ve bu hızlı artışın sürmesi halinde BM, ortalama sıcaklığın yüzyılın sonunda 5.8 derecelik bir artışa erişeceğini söylüyor. Birçok bilim insanı ortalama sıcaklıktaki artışın 2 dereceyi geçmesini geri dönülmez bir nokta olarak görüyor. İki dereceyi geçmemek için 2050 yılına gelindiğinde toplam seragazı emisyonlarında 1990 seviyesine göre yüzde 50 oranında azaltma şart. Kyoto Protokolü bu yüzden de sadece bir başlangıç olarak görülüyor çünkü 2008-2012 yılları arasında gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990'a göre sadece yüzde 5.2 azaltmalarını öngörüyor.

1997 yılında kabul edilen ama 2005'in 16 Şubat'ına kadar yürürlüğe giremeyen Kyoto Protokolü emisyonların 1990 seviyesine göre yüzde 5,2 indirimini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk yüzünden protokolün hayata geçmesi de oldukça sancılı oldu. AB, protokolün hayata geçmesinde en önde yer alırken, Japonya, Rusya, Çin, Hindistan ve ABD'nin konumları uzun tartışmalara yol açtı. Protokolün hayata geçmesi için küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55'ine neden olan en az 55 ülkenin yükümlülük altına girmesi ön şartlardan bir tanesiydi. ABD, 2001 yılında Bush hükümetinin başa gelmesiyle protokolden çekilince yüzde 55'i geçmek için o ana kadar imza atmamış Rusya'nın "evet" demesi bir ölüm kalım meselesi haline geldi. AB'nin baskısı, Rusya'nın kısa dönemde emisyon ticareti aracılığıyla milyarlarca dolar kazanacak olması onları taraf olmaya yöneltti ve protokol hayata geçti.

Tehlikenin boyutları her geçen yıl büyüyor
Ortalama sıcaklığın artması hem kutuplardaki hem de yükseklerdeki buzulların erimesine, dolayısıyla deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. BM'nin tahmini yüzyılın sonunda deniz seviyesinin 88cm'ye kadar yükselebileceği yönünde. Tüm bunlar iklim sistemini etkiliyor, fırtınaların, yağışların şiddetlenmesi ve sıklaşmasına yol açıyor. Uzmanlar küresel ısınmanın durdurulamaması halinde karşılaşılabilecek tehlikeleri şöyle sıralıyor:
* Deniz seviyesinin yükselmesi, yerleşim yerleri ve tarım alanlarının sular altında kalması sonucu milyonlarca insan "iklim göçmeni" olacak.
* Yükselen deniz suları birçok nehrin tuzlanmasına yol açacak, dolayısıyla tarımda kullanılan sular ve tarım arazileri tuzlanacak.
* 2050 yılına gelindiğinde ortalama sıcaklık artışı 2C'yi geçerse, 3 milyar insan susuzluk, 250 milyon insan da sıtma riskiyle karşı karşıya kalacak.
* Gulf Stream sıcak su akıntısının yavaşlaması ya da durması sonucu Kuzey Batı Avrupa 'da Sibirya benzeri bir iklimin ortaya çıkması sözkonusu.
* Nature dergisine göre 2050 yılına kadar 1 milyon tür yok olacak.
* BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Yarın:
Kyoto mekanizmaları ve emisyon ticareti
Türkiye Kyoto'ya taraf olmalı mı?
Sanayici Kyoto'ya nasıl bakıyor