Türkiye’nin doğu komşuları Doğa Okulu’nda buluşuyor

Doğa Derneği tarafından beşinci kez düzenlenen ve üniversite son sınıf öğrencilerinin katılabildiği “Doğa Okulu”na bu yıl Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Türkiye’den 12 kişi katılacak. Derslerin bir bölümü Kars ve Rize’de gerçekleşecek.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 29 Eylül 2009*

Bu yıl beşincisi yapılacak olan Doğa Derneği’nin düzenlediği “Doğa Okulu” kapılarını çevre hareketinin giderek güçlendiği Gürcistan, Azarbeycan, Ermenistan ve Türkiye’den öğrencilere kapılarını açıyor. Öğrenciler, bu dört ülke sınırları içerisinde ve birbirleriyle ilişkili kritik eko-sistemlerin korunması için hem sahada çalışacak hem de uzmanlardan teknik bilgi alacak. Doğa Okulu’nda öğrencilere temel ekoloji bilgisinden, doğa korumacılığında uygulayacakları iletişim tekniklerine kadar bir dizi eğitim sivil toplum ve resmi kurumlarda çalışan uzmanlar tarafından veriliyor. Bu yıl beşincisi yapılacak okulda derslerin bir çoğu Kars ve Rize bölgesinde, sahada verilecek.

Doğa Okulu’nda yer almak isteyen üniversite son sınıfında okuyan ve İngilizce bilen öğrencilerin Doğa Derneği’ne 30 Eylül tarihine kadar başvurmaları gerektiğini belirten Dernek Genel Müdürü Bahtiyar Kurt, “Doğa korumacılığının bir okulu henüz yok. Herkes kendisini geliştiriyor. Biz dernek olarak bu açığı tamamen kapatamayız ama yardımcı olabiliriz diye düşündük” diyor.

Geçtiğimiz yıllardan farklı olarak bu yılki eğitime dört farklı ülkeden öğrenciler katılacak. Ülkeler arasında Ermenistan, Azarbeycan, Gürcistan ve Türkiye’nin bulunması okulun önemini daha da ön plana çıkarıyor. Teorik bilgilerin yanı sıra pratik eğitimin verileceği okulun katılımcılarının belirlenmesinde Doğa Derneği’nin de üyesi olduğu “Bird Life International”ın (Uluslararası Kuşları Koruma Derneği) diğer ülkelerdeki temsilcileri görev alacak. Birbirlerini daha önceki ortak çalışmalardan tanıdıklarını belirten Kurt, “Dört ayrı ülkedeki dört farklı kurum ne kadar kuşlar üzerinde çalışmış olsa da, o malum bariyerler ilk başta vardı. Ama çalışmalardan sonra bu bariyerlerin kalktığını gördük. Ülkelerimizdeki doğal alanların korunması, tecrübe aktarımı gibi çok somut hedeflerimiz var böyle hedefleriniz olduğunda sorunlar ortadan kalkıyor” açıklamasını yapıyor.
*tam metin

İnsan neyle ölür?

Tuzla'daki işçi ölümlerine dikkat çekmek isteyen Yaratıcı Direniş adlı girişim, İstanbullulara kaldırımlardan mesaj gönderiyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk /26 Eylül 2009*

Kendilerine yaratıcı direniş adını veren grup, bu defa da ilginç bir protestoyla hem Tuzla'da ölen tersane işçilerini anımsattı hem de İstanbul'daki Bienal'e gönderme de bulundu. İstanbul'un en işlek caddelerinden Harbiye'deki Cumhuriyet Caddesi kaldırımlarına çizdikleri ceset resmiyle İstanbulluların ilgisini çeken grup, hem Tuzla’daki tersanelerde ölen işçilere dikkat çekiyor hem de "İnsan Neyle Yaşar" temalı Bienal'e, "İnsan Neyle Ölür" başlıklı sokak protestosuyla yanıt veriyor.Son etkinliklerinde grup, İstanbulluların dikkatini Harbiye'deki kaldırım üzerine tebeşirle çizdikleri bir ceset resmiyle Tuzla'da ölen işçilere çekmeye çalışıyor. Tuzla'da en son 14 Ağustos'ta elektrik çarpöması sonucu bir işçi ölmüş, 24 Eylül'de de dört işçi yaralanmıştı.

Yaratici Direnis adli grup daha önce de öldürülen gazeteci-yazar Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde sokakta ölü gibi yatarak eylem yapmış, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde gözaltında kaybedilen çocuklarını arayan annelere de yine sanatsal bir gösteriyle destek vermişti.

*tam metin

Çöpüne sahip çıkamayan belediyeye ceza geliyor

Çevre ve Orman Bakanlığı, evsel atıklardan kimyasal atıklara kadar birçok konuda kontrollerini arttırıyor. 14 Mayıs 2010’dan sonra atık bertaraf tesisi olmayan belediyelere ceza gelirken, yılda 1 tondan fazla kimyasal madde üreten, ithal eden tesislerde elektronik ortamda kayıt altına alınacak.

Özgür Gürbüz – Gazete Habertürk /26 Eylül 2009*

2006 yılında yasalaşan yeni Çevre Kanunu’yla birlikte belediyelere, sanayi ve turizm tesislerine atık bertaraf tesisleri kurma konusunda zaman sınırlaması getirilmişti. 14 Mayıs 2010 itibariyle bertaraf tesislerini kurmayan belediyelere ceza kesilmesi gündemde. Çevre Yönetimi Genel Müdürü Prof. Lütfi Akça, Türkiye’nin en önemli çevre sorunlarından biri olan atıklarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

-Belediye atıkları konusunda neler yapılacak?
Bu atıklar eskiden beri vahşi depolamaya gitmiş, derelere hatta denizlere atılmış. Örneğin Giresun’daki iki büyük dereden birinin yatağına çöp doldurulmuş. Sel gelip daha önce doldurulan kısmın bir bölümünü alıp götürünce ortaya birkaç metre yüksekliğinde çöp dağı çıkmış. Türkiye’nin birçok yerinde benzer manzaralara rastlamak mümkün. Düzenli depolamaya önce İstanbul başladı onu İzmir takip etti. 2010 yılına kadar 100 bin nüfusun üstündeki tüm belediyeler katı atık bertaraf tesisi kurmak zorunda. Şu anda 41 atık tesisi 32 milyon kişiye hizmet ediyor. 2012 yılı itibariyle ülkemizde üretilen evsel atıkların yüzde 70’i ile belediyelerce katı atık toplama hizmeti götürülen nüfusun yaklaşık yüzde 80’inin atığının düzenli depolama tesislerinde bertaraf edilmesi sağlanacak.

- 2010 sonrası ceza kesecek misiniz?
2010, 13 Mayıs’tan itibaren ceza geliyor. Yalnız bunların envanterini çok sağlıklı yapamıyoruz. Belediyeler birlik kuruyor. Birlik kurulduğunda içinde 20 bin nüfuslu da oluyor 300 bin de. Kaç tane 100 bin nüfuslu belediye birlik kurdu bilemiyoruz. Orada bizim uygulama şöyle olacak. Birliğe sahip belediyelerin ürettiği çöpü karşılayacak tesis olup olmadığına bakacağız.

- İstanbul’da çöp alanı için kesilen ağaçlar hakkında ne düşünüyorsunuz ?
İstanbul’da başka da yer yok. İstanbul’un çöpünü o mevcut çöplüğün yanında depolamak zorundasınız. Çöp tesisi kurmak kolay iş değil. Onun da birçok yatırımı var. İşletme tesisi, binası var. Bir ortak tesisle büyük bir çöplüğe hitap etmek daha mantıklı. Orada esasında çok fazla ağaç da yok. Baltalık orman denilen türden.

- Kaynağında araştırma sorunu bir türlü çözülemedi. Belediyelere verilen yetkiye rağmen bu işi yıllardır sigortasız sağlıksız ortamlarda çalışan “kağıtçı” denilen insanlar yapıyor.
Ambalaj atıkları bir bütün, sadece evlerden gelmiyor, alışveriş merkezlerinden, sanayi tesislerinden. Olması gereken evlerden ayrıştırılması, biz bunu belediyelere görev olarak verdik ancak belediyeler bunu yapamadılar.

- Cezai durum var...
Var ama amacımız üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil. İnsanların buna hazır olması lazım. Sosyal kültürel seviyenin yüksek olması lazım. Kullandığımız model şu. Sanayi atıklarıyla, belediyelerden gelen atıklar için firmalara yetki veriyoruz. Bir firma ayrıştırma tesisi kuruyor, belediyeyle anlaşıyor. Bir atık yönetim planı hazırlıyor. Planla, alışveriş merkezi gibi noktasal kaynaklar ve bunların hedefleri belirleniyor. Bu firma evlerden ve sanayiden atıkları ayrı ayrı topluyor. Evlerden toplamada çok başarı sağlanamıyor, insanlar buna hazır değil. Şu anda özellikle sanayiden kaynaklı atıklar yoğun bir şekilde toplanıyor. Bu firmalardan aldığımız verilere göre 4 milyon 500 bin kişinin atığı evlerden ayrı toplanıyor.

***
Tarlada varile son!
26 Aralık 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Kimyasalların Envanteri ve Kontrolü Hakkında Yönetmelik” ile Türkiye’de kimyasal maddelerin bir envanteri oluşturulacak. Yılda 1 ton ve üzerinde madde üreten veya tek başına veya müstahzar içinde ithal eden üreticiler ve ithalatçılar madde miktarlarına göre talep edilen verileri 12 ay içerisinde internet üzerinden kayıt altına alınacak. Öngörülen süre 26 Aralık 2009’da doluyor. Bu sayede, insan ve çevre için tehlike arz eden kimyasalların takip edilmesi planlanıyor.

*tam metin

Plastik poşetlere karşı tedbirler yolda*

Çevre Bakanlığı sayıları gün geçtikçe artan ve ciddi çevre sorunlarına yol açan plastik poşetler için eylem hazırlığında. Üreticiler, yasaktan çok geri kazanım ve yeniden kullanımı ön plana çıkarmak isterken Bakanlık, yasaklama da dahil olmak üzere tüm olasılıkları gözden geçiriyor.

Özgür Gürbüz -Gazete Habertürk / 19 Eylül 2009

Türkiye’de her gün 17 milyon plastik poşet atık haline geliyor. Bunların birçoğu, daha sonra hiç ummadığınız yerlerde karşımıza çıkıyor; bir dere kenarında, denizde ya da evimizin sokağında. Çevre ve Orman Bakanlığı, bu sorunu çözmek için bir dizi önlem almaya hazırlanıyor ve kantarın diğer tarafındaki üreticilerle görüşüyor.

Van Gölü’nü poşetler bastı
Çevre Yönetimi Genel Müdürü Lütfi Akça, poşetlerin paralı olması, çok hafif poşetlere kullanım sınırlaması getirilmesi ve hatta çeşitli yasakların getirilmesinin de konuşulduğunu söylüyor. Tedbirler arasında ağırlığı 50 mikronun altındaki poşetlerin yasaklanması, alışveriş merkezleri ve süpermarketlerde parayla satılması da var. “Poşetler ciddi bir sorun” diye söze başlayan Prof. Dr. Lütfi Akça, “Bedava olunca gelişigüzel kullanılıyor. İnsanın tabiatında var. Değersiz olarak görüyor, aslında ekonomik değeri de var. Özellikle vahşi depolama alanında sorunlar yaratıyor. Denizler ve göllere ulaşıyor. Van Gölü’nde ciddi bir poşet kirliliği var örneğin. Doğu Karadeniz’deki barajlarda bile rastlıyorsunuz” sözleriyle sorunu özetliyor.

Ambalaj Sanayicileri, alışveriş merkezlerinin temsilcileriyle görüşmeler sürüyor ve bir protokol hazırlanılmasına çalışılıyor. Akça, “İlgili sektörle görüşmemiz devam ediyor. Bunu tek başına yapmamız mümkün değil. Poşetlerin disipline dilmesi lazım. Bir kısmının yasaklanması mümkün” diyor. Yasaklanması düşünülen poşetleri geri kazanılan plastikten üretilen siyah ve pembe renkli poşetler olarak belirten Çevre Yönetimi Genel Müdürü, meyve ve sebze için kullanılanlar dışında, ince (hafif) poşetlerin kullanımına da sınırlama getirme ya da parayla satılmasını sağlama konusunda değerlendirmelerin sürdüğünü belirtiyor.

Üreticiler yasağa karşı
Üreticiler ise yasak konusunda Bakanlık’la aynı fikirde değil. Türk Plastik Sanayicileri Araştırma Geliştirme Ve Eğitim Vakfı (PAGEV) Başkanı Selçuk Aksoy, yasaktan çok tekrar kullanma ve geri dönüşümü destekliyor. “Poşetler değil, poşetlerin gelişigüzel kullanılması çevreyi kirletiyor” diyen Aksoy, “Vatandaşını eğitemeyen, çöplerini toplayamayan ülkelerde yasaklamadan başka çare kalmıyor. Gelişmiş ülkeysek ya da kendimizi öyle görmek istiyorsak ona göre davranmalıyız. Market sahipleri azaltmaya çalıştıklarında müşteri kaybettiğini söylüyor. Problemin kaynağı insan, malzemenin kendisi değil” açıklamasını yapıyor. Yasakla birlikte çöpe giden poşet sayısının azalmayacağını, tüketicinin ambalajlı ürünlere yöneleceğini söyleyen Aksoy, PAGEV olarak gönüllülük esas alınarak poşetlerin kullanımının azaltılması, tekrar kullanılması ve geri dönüşümü için çalışılmasını desteklediklerini belirtiyor.

*Orjinali

Martıların da tercihi İstanbul

Değişen kent koşulları martılar için İstanbul’u cazibe merkezi haline getirdi. Yazın 20-30 bin olan martı nüfusu, Kışın Romanya gibi komşu ülkelerden gelenlerle 60 bini buluyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Eylül 2009

İstanbul insanlar için dünyanın en pahalı kentlerinden biri ama martılar içinse bir cennet. Fırsatçı kuşlar olarak da adlandırılan martılar, İstanbul’un çöp dağlarından, kışın soğundan koruyan binlerce seçeneğinden çok memnun. Başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de martı nüfusunun arttığına dikkat çeken Kuş Araştırmaları Uzmanı Kerem Ali Boyla, bunu martıların ortama uyum sağlama yeteneklerine bağlıyor. Fırsatçı kuşlar olarak bileinen martılar diğer kuş türlerine oranla tek bir besine bağımlı değiller ya da besin tercihlerini daha kolay değiştirebiliyorlar. Genelde balıkla beslenen martılar, balık bulamadığında çöplerden beslenebiliyor, mezbahalardan karnını doyurabiliyor. Boyla, “İstanbul’a tonlarca kamyon yiyecek geliyor. Yiyeceklerin yüzde 20’si çöpe gidiyor. Artı mezbahalar var. Martılar bunlarla beslenmeyi öğrendi. Sabah uyanıyor çöplüğe gidiyor, oradan 1-2 gibi Büyükçekmece, Ömerli Gölü veya Karadeniz’e gidip yıkanıyorlar. Martılar hergün yıkanır. Akşamüstü ise güvenli bir yerde uyuyorlar. Ayrıca çok yemeyi de öğrendiler” diyor.

Martılar kışın İstanbul'u daha çok seviyor
Martıların nadiren balık yakaladığını, daha çok karabatakların yakaladığı balıkları çaldığını belirten Boyla, balıkçılığın gelişmesiyle her gün tonlarca balığın ağlarla deniz yüzeyine çıkarıldığını, martıların da bundan paylarını aldıklarına dikkat çekiyor. Gümüş martı denen türün Türkiye’de arttığına dikkat çeken Boyla, İstanbul’da 20 bini erişkin 30 bin martı olduğuna, kışın ise sığınacak birçok nokta olması nedeniyle Romanya’dan gelenlerle sayının 60 binlere kadar çıkabildiğine dikkat çekiyor.

Çocukların silah satan dükkanda işi ne?

İzmir'de silah dükkanından açtığı ateşle üç kişiyi yaralayan 16 yaşındaki çocuk ve arkadaşı bir başka gerçeği gözler önüne serdi. Medyamız pek üstünde durmadı ancak yasalara göre 18 yaşın altındaki çocukların bu tip yerlerde çalıştırılması yasak.

Barış Erdoğan - Özgür Gürbüz / 15 Eylül 2009

İzmir’de beş gün içinde, biri kadın üç kişiyi havalı tüfekle vuran, 18 yaşından küçük iki çocuğun haberini aldığımızda meslektaşım Barış Erdoğan ile ilk sorduğumuz soru, "Bu çocukların orada ne işi var" oldu. İçlerinden birinin bizzat silah satan mağazada çalışıyor olduğunun öğrenilmesi ise bir başka acı gerçeği daha gün yüzüne çıkardı.

Hemen Barış ile konuyu araştırmaya başladık. 18 yaşın altındakilerin silah malzemeleri satan bir mağzada çalışmaları aslında kanunen yasak olduğunu öğrendik. Şaşırdık diyemeyeceğiz, burası Türkiye ne de olsa! Yasal mevzuat şöyle:

Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılması Usul ve Esasları Hakkındaki Yönetmeliğin, Çocuk ve Genç İşçilern Çalıştırılamayacakları İşler listesinin yedinci maddesinde “Parlayıcı, parlayıcı, zararlı ve tehlikeli maddelerin toptan ve parekende satış işleri ile bu gibi maddelerin imali, işlenmesi, depolanması işleri ve bu maddelere maruz kalma ihtimali bulunan her türlü işler” ifadesi yer alıyor. Yine, Ağır Ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği'nin 42'inci maddesi ise “Her türlü patlayıcı madde ve mühimmatın imali, depolanması ve nakli işleri” ifadesiyle 18 yaşının altındakilerin barut, mermi gibi maddelerin bulunduğu mağazlarda çalışmasını yasaklıyor. Ayrıca ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilecekler, 18 yaşının üstünde dahi olsalar işe girişte ve iş sonrası periyodik olara psikiyatrik ve nörolojik mauyeneden geçmek zorundalar. Sadece yasalar değil yetkililer de reşit olmayanların bu tip işlerde çalışmasının doğru olmadığını söylüyor. Uzmanlar, soyutlama yeteneği gelişmemiş çocuk ve gençlerin silah kullanma konusunda en riskli grup olduğunu söylüyor. Bu konuda uzmanlara da danıştık.

Psikiyatr Dr. Akcan: “Çocuk ve Gençler En Riskli Grup”

Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi psikaytr Dr. Ayhan Akcan'ın dediklerini aynen aktaralım. Akcan, 18 yaşın altındaki bireylerin muhakeme yeteneklerinin henüz tam gelişmediğinden silah satan dükkanlarda çalışmasının çok tehlikeli olduğunu söyledi. Silah satan ya da bakımını yapan dükkanların sürekli denetiminin yapılması gerektiğine işaret etti. Aslında buralarda çalışan insanların reşit ve sigortalı olması gerekiyor ama ne yetkili makamlar ne de haberciler işin bu tarafına bakmadı bile. Çocuklar şu filmden esinlenmiş, şunu vurmuş, iddiaya girmiş... Peh, bu esnada Çalışma Bakanlığı ne yapmış; soran yok.

Akcan devam ediyor: "Silah malzemesi satanlar da sağlık muaynesinden geçer, zeka, soyutlama, öfke kontrol düzeyleri teste tabi tutulur. Kontrolsüz risk grupları içinde silahın en tehlikeli olduğu grup gençler ve çocuklardır. Bu nedenle hem özendirme hem de temin etmek bakımından tedbirler almak, çocukları silahtan uzak tutmak gerekir. Bu tip dükkanda çalışan bir çocuk silaha özenir. Ancak maalesef yeterince denetim yapılmıyor”.

Denetim mi? Silah satan bir mağazaya denetim mi olurmuş. O da ne?

8 bin 240 hektar toprağın betona dönüşmesine 1 günde "evet" dendi

İstanbul'da yaşanan selin en çok etkilediği Silivri, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Çatalca bölgeleriyle Tuzla bölgesinin de içinde bulunduğu toplam 7 bin 900 hektarlık tarım alanının tarım dışı kullanımı için bir günde “kamu yararı” kararı alındığı ortaya çıktı. TEMA Vakfı Haziran ayında kararın iptali için dava açmış.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 12 Eylül 2009 *

İstanbul’da yaşanan sel felaketinin en büyük nedenlerinden biri de kent içinde yağışları emecek toprağın kalmayışı olarak gösteriliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce hazırlanan 1/100.000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda (ÇDP) ise, büyük bölümü sele maruz kalan Silivri, Büyükçekmece, Küçükçekmece ve Çatalca’da toplam 7 bin 900 hektarlık tarım arazisinin yapılaşmaya açılmasının tasarlandığı ortaya çıktı.

Kamu yararı kararı bir günde alındı
İşin daha da ilginci, Tarım arazilerinin tarım dışı kullanılması için 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu gereğince aranan “kamu yararı” şartının sadece bir günde alınmış olması. İstanbul Valiliği’nden söz konusu bölgeler için “kamu yararı” kararı alınması için 9 Mart 2009’da başvuru yapan Büyükşehir Belediyesi, 7 bin 900 hektarlık arazi için aynı gün onay alıyor. Benzer bir karar, Şile’deki 340 hektarlık arazi için de yine tek gün içerisinde,13 Mart 2009 tarihinde alınıyor. Bir günde kamu yararı alınan arazi miktarı böylece 8 bin 240 hektarı buldu.

Kararın iptali ve yürütmenin durdurulması için İdare mahkemesi’ne dava açan TEMA Vakfı’nın Hukuk Danışmanı Avukat Ömer Aykul, bir gün içinde verilen karar için, “hiçbir tetkike dayanmadan” alınmış diyor. Aykul, “Doğal yapıya yaptığınız her müdahale, toprağın üstüne örttüğünüz her hareket sele yeni bir davetiye çıkarır. En basit, çalı çırpı dediğimiz bitki örtüsü bile daha fazla su emilmesini ve toprağın kaymasını engeller” diyor. Aykul, yaşananların, üçüncü köprüden, 2B arazilerine kadar birbirine bağlı olduğunu söylüyor ve “İstanbul’u ne kadar daha büyüteceksiniz” buna karar vermeniz lazım diyor. Aykul’a göre, tamamı betonla kaplandığı için, Beyoğlu gibi yüksekteki bir ilçede bile seller görürsek şaşırmamamız gerekecek.

Silivri’nin nüfusu 1 milyon 500 bin olacak
ÇDP’nını inceleyen Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Ahmet Atalık ise başka bir konuya dikkat çekiyor. Planda, bugün nüfusu 115 bin olan Silivri’nin 1 milyon 500 bin nüfusa çıkmasının öngörüldüğünü söyleyen Atalık, bunun bugün yaşanan felaketlerin 10 katı büyüklerine davetiye çıkarmak anlamına geldiğini söylüyor. Bu bölgenin iki yıl önce yaşanan kuraklık zamanında İstanbul’un su deposu olduğuna dikkat çeken Atalık, yeraltı sularının üzerindeki yapılaşmanın kaynakların kirlenmesine de neden olacağına dikkat çekiyor.

***
1 cm toprak 200 yılda oluşuyor
Bilim insanlarına göre 1 cm toprağın oluşması için en az 200, en çok da 1000 yıl gerekiyor. 500 yıllık bir ortalama ve tarım yapılması gereken yerde en az 40 cm yüksekliğinde toprak olması gerekliliği kabul edilirse, tarım arazilerinin yapılaşmadan sonra eski haline dönmesi için en iyimser tahminler 20 bin yıla ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

*tam metin

“Deniz Gezmiş Köprüsü” yeniden yapılacak

1969 yılında kendini devrimci ve demokrat olarak tanımlayan bir grup genç tarafından yapılan ve 1999 yılında bombalanarak yıkılan köprüyü yendien yapmak için aydın ve yazarlar kampanya başlattı.

Özgür Gürbüz / 12 Eylül 2009

Herşey şair Şemsi Belli’nin yazdığı “Anayasso” şiiriyle başladı. Şiirinde, Şavata’dan Hakkari’ye yol geçmiyor, geçit vermiyor Zap Suyu” diyen şairin çağrısına kulak veren 68 kuşağının temsilcileri, dönemin Mimarlar Odası yöneticilerinden aldıkları teknik destekle Hakkari’deki Zap Suıyu üzerine köprü inşa etmek için yola çıktılar. Aralarında Masis Kürkçigil, Ragıp Zarakoğlu gibi tanınmış sol aydınların da bulunduğu 20’li yaşlardaki üniversiteli gençler 1969 yılında köprüyü 22 gün gibi kısa bir sürede tamamlayarak, hem batı ve doğu arasındaki gelir adaletsizliğine, hem de o sıralarda tartışılan İstanbul’daki Boğaz Köprüsü tartışmalarına, “İstanbul’a değil, Hakkari’ye köprü yapın” diyerek yanıt vermişti.

Batı zenginleşiyor, doğu fakirleşiyor
Halk arasında adı zaman zaman “Devrimci Gençlik Köprüsü” ve “Deniz Gezmiş Köprüsü” olarak da anılan bu betonarme köprü 1999 yılında bombalandı. Tabelası kurşunlandı. Aralarında Bulutsuzluk Özlemi, Diyar, Edip Akbayram, İlkay Akkaya, Leman Sam, Moğollar, Onur Akın, Sabahat Akkiraz, Servet Kocakaya, Vedat Sakman, Agire Jiyan ve Yasemin Göksu’nun da bulunduğu sanatçılar, şimdi bir dayanışma konseriyle gerekli olan 20-25 milyar parayı toplayıp köprüyü yeniden yapmaya karar verdi. Önümüzdeki günlerde İstanbul’da yapılacak konsere destek çağrısında bulunan yazar Cezmi Ersöz, “Bu bizim için bir onur meselesi. Aklımızda 10 yıldır vardı şimdi açılıma denk geldi. Daha önce operasyonlar yüzünden yapılamadı. 40 yıl önce oraya gidenler, Türkiye eşitsiz gelişiyor, batı zenginleşirken doğu fakirleşiyor. Bunun sonu hayırlı değil demişlerdi” açıklamasını yapıyor. İlk köprünün yapımında bizzat çalışan Ragıp Zarakolu ise “O dönem biz bir açılım yaptık. Mütevazi ama önemli bir projeydi. Farklı yörelerde topluma açılma yönünde bir projeydi” diyor.

"Müteahhitlere gerek yok, biz yaparız"
Konserden ücret almayacak olan sanatçılar, Hakkari Belediyesi ve Valiliği’nin de projeye destek verdiğini aslında paranın konsersiz de toplanabilmesinin mümkün olmasına rağmen bunun dayanışma içinde yapılmasını istediklerini belirtti. Projenin, 1969 yılında olduğu gibi, İstanbul’a yapılması düşünülen 3. köprü tartışmalarına denk gelmesi de ayrı bir önem taşıyor. Konsere katılacak sanatçılardan Yasemin Göksü, “Üçüncü köprü İstanbul’dan çok şey alıp götürecek” diyerek gençlerden 40 yıl önce olduğu gibi projeye destek vermelerini istedi. Devrimci Gençlik Köprüsü adlı belgeselin yapımcısı Bahriye Kabadayı ise bu desteğin müjdecisi gibiydi. Her gösterim sonunda belgeseli izleyenlerin köprüyü yeniden yapalım diye harekete geçtiğini anlatan Kabadayı’ya basın toplantısına katılan İstanbul Öğrenci Kollektifi’ne üye gençler, “ Müteahhitlere gerek yok biz yaparız” yanıtını verdi.

Şair Belli’nin “Şavata’dan Angara’ya ses getmiir” diye bitirdiği şiiri İstanbul’a ve orada verilecek konserle Hakkari’ye yeniden uzanacağa benziyor.

***
İşte Şemsi Belli'nin o çok sevdiğim ve çoçukluğumdan bu yana dilimden düşürmediğim Anayasso şiiri:

Gul, gurban olduğum Hökümet Baba!
Baa bir alfabe veremez miydin?

Gara dağlar gar altında galanda

Ben gülmezem
Dil bilmezem Şavata'dan Hakkari'ye yol bilmezem
Gurban olam, çaresi ne, hoooyyy Babooov?


Bebek yaniir, bebek hasda, bebek ataş içinde

Ben fakiro
Ben hakiro
Dohdor, ilaç, çarşı, bazar, tam-takiro
Gurban olam, bu ne işdir, hoooyy Babooov?


Çonciğ ağliir, çonciğ öliir, geçüt vermiy Zap Suyi

Parasizo
Çaresizo
Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah, yolsizo

Bu ne haldır, bu ne işdir, hoooyy Babooov?


Gara dağda gar altında ufağ ufağ mezerler

Yeddi ceset hetim hetim Zap Suyinde yüzerler

Hökumata arzeylesem azarlar

Ben ketumo
Ben hetimo
Ben ne biçim votandaşim, hoooyyyy Baboooovvv?


Şavata'dan Angara'ya ses getmiir

Biz getmeğe guvvatımız heç yetmiir

Malımız yoh
Yolumuz yoh Angara'ya ses verecek dilimiz yoh
Ganadımız, golumuz yoh

Bu ne biçim memlekettir, hoooyyy Babooovvv?


Yerin, yurdun, adresesin bilmirem.

Angara'da: Anayasso!

Ellerinden öpiy Hasso

Yap bize de iltimaso.

Bu işin mümkini yoh mi hoooyyy Babooovvv?

İki yılda 2 can alan seller, iki günde 31 can aldı.

Özgür Gürbüz /10 Eylül 2009

Tekirdağ ve İstanbul’u vuran sel felaketi, 2007 ve 2008 yıllarında tüm Türkiye’de meydana gelen 60’a yakın sel felaketinden daha fazla can aldı. Kızılay’ın istatistiklerine göre 2007 yılında tüm yurt çapında 45’in üzerinde sel felaketi gerçekleşti. Cizre’nin Silopi ilçesinde meydana gelen felakette iki kişi de hayatını kaybetti. 2008 yılında ise tüm Türkiye’de 11 sel felaketi Kızılay’ın kayıtlarına geçti. Can kaybına neden olmayan seller sadece maddi hasara yol açtı.

İstanbul ve Tekirdağ’da son iki günde yaşanan sel felaketi ise iki yılda yaşanan can kaybının çok üstüne çıktı. Şu ana kadar gelen bilgilere göre 30 kişi selde hayatını kaybetti. 2007 yılında meydana gelen sel felaketlerinden biri de yine Silivri ve Tekirdağ’ın merkezini etkilemişti. Felaket yine sonbahar aylarında, 16 Kasım tarihinde meydana gelmişti ancak can kaybına neden olmamıştı.

Silivri TEMA temsilcisi Seher Dertop, 2001’de yaşanan sel felaketinden ders çıkarılmadığından yakınıyor ve mali müşavirlik yaptığı dükkanının yine 1,5 metre sular altında kaldığını söylüyor. Herkesin tapulu evlerde ancak dere yatağında yaşadıklarını belirten Dertop, “Herşey mikroplu, bir tek belediye başkan yardımcısı dolaşıyor. Bir yağmurluk bile verilmedi” diyerek yöneticiler bunun hesabını vermeli diyor.

Yeşilbarış’ın sancak gemisi İstanbul’a demirledi

Adını Kuzey Amerika yerlilerinin efsanesinden alan “Gökkuşağı Savaşçısı” (Rainbow Warrior) İstanbul’a demir attı. Uluslararası çevre kuruluşu Yeşilbarış’ın (Greenpeace) sancak gemisi olan Gökkuşağı savaşçısı, Akdeniz’in korunması için yasadışı balıkçılığın engellenmesi ve deniz rezervlerinin kurulması için Akdeniz’e kıyısı olan hükümetlere çağrıda bulunuyor.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 8 Eylül 2009

Akdeniz turu kapsamında İtalya ve Yunanistan’dan sonra Türkiye’yi ziyaret eden geminin ilk durağı İstanbul oldu. Gökkuşağı Savaşçısı daha sonra İzmir, Sığacık, Datça, Marmaris ve Lübnan’ı ziyaret edecek. Kampanyanın basına tanıtıldığı toplantıda söz alan Greenpeace Akdeniz Ofisi, Denizler Kampanyası Sorumlusu Banu Dökmecibaşı, dünya denizlerinin yüzde 1’ine denk düşen Akdeniz’in, denizlerdeki biyoçeşitliliğin yüzde 8-9’una sahip olduğunu bu nedenle mutlaka korunması gerektiğini söyledi. Dökmecibaşı, “Akdeniz’de kirlilik son 50 yılda inanılmaz boyutlara ulaştı. Yasadışı yapılan endüstriyel balıkçılık ise balık stoklarını bitiriyor. Yapılması gereken insanlara kapalı, tamamen korunmuş büyük ölçekli deniz rezervleri oluşturmak” dedi. Türkiye’de böyle bir yasal statü bulunmadığına değinen Dökmecibaşı, taleplerini, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın insiyatifi balıkçılık endüstrisinin elinden alıp yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesi şeklinde özetliyor.

Türkiye’de Özel Çevre Koruma Kurulu (ÖÇKK) 14 ayrı bölgeden sorumlu. Bunların birçoğu Akdeniz ve Ege Bölgesi’nde deniz leri de içine alan bölgeler. Dökmecibaşı, bir bölgeyi korumak için orayı ÖÇKK ilan etmenin yetmediği görüşünde. “Gökova Körfezi, ÖÇKK kapsamında ama içinde bir termik santral var. Göçek de öyle ama hem tekne trafiği hem de yapılaşma tehdidi altında” diyen Denizler Kampanyası Sorumlusu’na göre çözüm tüm ÖÇKK alanlarını deniz rezervi ilan etmekten geçiyor. Türkiye gibi bir deniz ülkesinin balıkçılıkla ilgili ayrı bir yapılanmasının olmamasının, Tarım Bakanlığı kapsamında değerlendirilmesi de toplantıda eleştirildi. Gemi, sadece bugün (8 eylül) 11-18 arası halkın ziyaretine açık olacak.

Neden Sığacık?
Greenpeace’in kampanya kapsamına aldığı İzmir’in Seferihisar İlçesi sınırlarındaki Sığacık Körfezi, Posedonya deniz çayırları açısından Türkiye’nin en zengin bölgelerinden biri. Bu çayırlar, balık ve diğer deniz canlılarının yumurtlama alanları ve bölgede kurulmak istenen Orkinos çiftlikleri yüzünden tehlike altında. Seferihisar Belediyesi ve Greenpeace bu bölgede kurulmak istenen balık çiftliklerine karşı beraber hareket etme kararı aldılar.

Gemide 13 ayrı ülkeden 17 kişi var
Gökkuşağı Savaşçısı’nda çalışan gönüllü ve maaşlı personelin sayısı 17. Ortak dil İngilizce çünkü gemi personelinin neredeyse her biri ayrı bir ülkeden geliyor. İçlerinde Türkiye’den iki kişinin bulunduğu tayfa, Yeni Zelanda, İngiltere, İspanya, İtalya, Kolombiya, Gana, Ukrayna, Yunanistan, Lübnan ve Avustralya gibi dünyanın dört bir yanından gelen doğa korumacılardan oluşuyor.

Türkiye, Kopenhag sınavına hazırlanıyor

Kyoto Protokolü’ne 26 Ağustos 2009’da resmen taraf olan Türkiye, 90 gün sonra Kopenhag’ta başlayacak milat niteliğindeki müzakerelere hazırlanıyor. Pazarlık masasına birkaç alternatif senaryoyla çıkacak Türkiye’nin iklim stratejisini geçtiğimiz yılki müzakerelerde Türkiye heyetine başkanlık yapan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Hasan Zuhuri Sarıkaya ile konuştuk. Sarıkaya, Hasankeyf ve İstanbul için düşünülen 3. köprüyle ilgili düşüncelerini de dile getirdi.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Eylül 2009

-Kopenhag’a 90 gün kaldı. Herkes gün sayıyor. Dünya için bir umut ışığı var mı?

En azından, 2012 sonrasındaki anlaşmanın ana hatları üzerinde uzlaşı sağlanacağı görüşü hakim. Bütün detayları, finansal kaynaklarıyla olmasa da bazı temel ilkelerde bile anlaşılması büyük bir başarı kabul edilecek. Bazı ülkelerin deklare ettiği rakamlar var ancak münferit deklarasyonlar olayı çözmüyor. Hala, G-77 ve özelde Çin’in ne yapacağı belli değil.

- Çin kendi içinde çaba harcıyor gibi görünüyor. Büyük yenilenebilir enerji yatırımları var.

Çin, Kyoto’ya başından beri taraf. Taraf olmalarının getirdiği bir yükümlülükleri de yok; o bakımdan çok rahat taraf oldular. Elde etmiş oldukları pozisyonu muhafaza etme şeklinde bir direnç gösterirlerse orada sıkıntı olur. Sadece Çin değil, G. Kore, Meksika, G. Afrika. Bunların hepsi ekonomisi gelişen ülkeler. Bir de zengin ülkeler var. OPEC ülkeleri mesela. Onlar da EK-1, EK-2* dışı. Hiçbir sorumluluk almaları gerekmiyor ama fosil yakıt ihraç edip buradan gelir elde eden ülkeler.

-Kişi başına bakıldığında ABD’den daha fazla emisyon salan ülkeler var..

Evet, Nijer gibi fert başına milli geliri 150 dolar olan ülkeyle, milli geliri 35 bin dolar olan bir ülke aynı paket içerisinde olabilir mi? Böyle olunca haksızlık oluyor. Bunları beraber müteala etmenin güçlüğü var. O nedenle yeni listelerin oluşturulması gerekiyor. Japonya bile 2020 yılı itibariyle 2005 seviyesine göre yüzde 15 azaltım öngörüyor. Bunlar havada uçuşan rakamlar. Beklentilerin altında. Zannediyorum ülkeler birbirlerini test ediyor. Biz de, 2020 yılı için artırımdan yüzde 11 oranında azaltmayı önerdik. Birinci bildirim raporunda zaten deklare etmiştik. Bundan başlayacağız ama bu ne kadar kabul görür bilinmez. Fakat bir şey söylemiş olmak lazım. Her şeye hayır diyerek pozisyon belirlenmiyor.

-Kabul göreceğine inanıyor musunuz?

Türkiye’den fazlası istenebilir. Onun için DPT’nin yürütmekte olduğu bir proje var. Değişik senaryolara göre neleri taahhüt edebiliriz diye. Onu mutlaka yapmak lazım. Tek bir rakamla oraya gitmek doğru olmaz. Henüz o çalışmanın sonuçları çıkmadı. Yüzde 11 zaten deklare edilmiş bir rakam. Türkiye gelişmekte olan bir ülke ve biz şimdiye kadar çok seragazı atmosfere salmadık. En azından kişi başına bakıldığında öyle. Ekonomik ve sosyal gelişme ihtiyacı dikkate alınarak, bunu olumsuz etkilemeyecek şekilde müzakereyi yürütmeye çalışacağız.

- Bu hedef kabul edilirse maliyet belli mi? Hep Kyoto’ya taraf olduğumuzda maliyet ne olacak diye soruluyor.

Maliyet sizin taahhüt ettiğiniz rakama bağlı. Bazı taahhüt seviyelerinde faydası bile olabilir. Enerjinizi verimli kullandığınızda bunun maliyeti var mı? Aslında belli bir rakama kadar faydası var. Diyelim bir lira harcayıp üç lira enerji tasarrufu temin ediyorsunuz. Hem iki lira kazancınız oluyor hem de seragazı emisyonunu azaltıyorsunuz. Belki üretim şekli, üretim sektörleri değişecek hedefler belirlenirse burada maliyetler ortaya çıkabilir. Ama o maliyet sizi rekabetçi hale de getirebilir. Bu hedefin Türkiye’ye çok maliyeti olmayacak. Toplu ulaşım gibi yürüyen projelerle zaten bu hedefe erişilebilir. Türkiye hidro ve rüzgar santrallerini geliştirmek zorunda. Enerji güvenliği açısından da yapmak zorunda.

-Türkiye sektörler arasında tercih yapmak zorunda galiba, çimento gibi...

Çimento Türkiye’nin hem şansı hem şansı hem şansızlığı. Avrupa’dan kaçınca en yakın yerde konuşlandı. Bu sürdürülebilir bir şey de değil. Sadece çimento diye bakmayalım ama hep enerji yoğun sektörleri konuşlandırarak, onu geliştirerek devam etmek çok zor. Ülkeler enerji yoğun ve az enerji kullanan sektörler arasında seçim yapacak. Az enerji kullandığınız bilgi ve iletişim gibi sektörler var. Hindistan o konuda inanılmaz adımlar attı.

- Türkiye’nin ulaşım kaynaklı karbon emisyonu sorunu da var. Yüzde 90 oranlarında yük ve yolcu karayoluyla taşınıyor, öte yandan da üçüncü köprü konuşuluyor. Bakanlık 3. Köprüye nasıl bakıyor?

Projesi yapılır, güzergahı belli olur bakanlığımıza ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) açısından gelir. Henüz böyle bir şey yok. Bir de Orman’dan tahsis için gelir, o da ÇED’e bağlı. Yol için tahsis yapabiliyoruz. Orada bir sıkıntı yok. Tahsisi yaptıktan sonra tahsisi alan kurum ÇED’i hazırlıyor ve ÇED olumlu olduktan sonra izin alınıyor. Ormandan yol geçmesi gerekiyorsa bunu yapmak bir zorunluluk ama etkiyi minimize etmek gerek. Tabii, toplu ulaşımı teşvik etmek lazım. Marmaray o yönde atılmış önemli bir adım. Olaya sadece CO2 emisyonu açısından bakacak olursak, toplu taşıma öyle bir seviyeye gelmiş olmalı ki, iki köprü ihtiyacı karşılasın ve üçüncüye gerek olmasın. İstanbul sadece İstanbul’a hizmet etmiyor. İran’a kadar bir tır taşımacılığı var. Lojistiğin ne olduğunu bilmezdik şimdi İstanbul’da onlarca lojistik firması var. Gönül arzu eder ki, toplu taşıma yaygınlaşsın bütün imkanlar kullanıldıktan sonra köprü yapılsın.

-Teşekkür ederim.

****
“Ne Hasankeyf kalır, ne enerji santrali yapılır”

- Hasankeyf, Munzur, Karadeniz ve Allianoi gibi itiraz edilen birçok hidro santrali var. Siz de potansiyeli kullanmak zorundayız diyorsunuz. Nasıl bir çözüm bulunacak?

Herkesin bir kusuru var. ÇED’i veriyorum, müteahhitler dört dörtlük çalışırken sivil toplum olayı büyütüyor desem bu tam doğru olmaz. Bazen molozu usulüne uygun dökmeyen müteahhitler olabiliyor. Bazen de sivil toplum da ilgi oluyor ama bilgi olmuyor. Bilgisiz bir ilginin verdiği yanlış teşebbüsler oluyor. Kaynakları kullanalım ama diğer zenginlikleri de heder etmememiz lazım. - Hasankeyf, Ilısu Barajı bittiğinde sular altında kalacak. Devletin bu konuda bir ısrarı var ve uzlaşma bulunamıyor ama. Oradaki insanlara yeniden yerleşim için çok güzel imkanlar hazırlandı. Detaylı bir ÇED yapıldı. Tarihi ve kültürel varlıklar açısından Kültür ve Turizm Bakanlığı çalışmalar yaptı. Şu an ne yapılıyor? Tamamen kaderine bırakılmış. Tarihi yerlerin üzerine gecekondu yapılmış. Kendi haline bırakın, yok olsun gitsin; kimse bir şey demez. Ben bunu koruyacağım deyince itiraz ediliyor. Hiçbir şey yapılmasın demek sorunu çözmüyor. Devlet bunun hesabını yapmış. Böyle devam ederse ne Hasankeyf kalır ne de enerji santrali yapılır. Gidiş ona gidiyor. O zaman hem enerjimizi kullanalım hem de kültürel varlıklarımızı koruyalım.

****
Kimdir?
1945 tarihinde Çankırı'da doğan Prof.Dr. Hasan Zuhuri Sarıkaya, 1969 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi, İnşaat Fakültesi'nden yüksek mühendis olarak mezun oldu ve asistanlığa başladı. 1974'te yine İTÜ’de, Çevre Mühendisliği Bölümü'nde doktorasını tamamladı. 1974-1975 yılları arasında Delft Teknik Üniversitesi'nde (Hollanda) misafir araştırmacı olarak çalıştı. 1981-1990 yılları arasında Suudi Arabistan, Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Su Kaynakları ve Çevre Mühendisliği Grubu Başkanı olarak görev aldı. 1990 yılında profesör olarak döndüğü İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü'nde, 1991-1994 yılları arasında bölüm başkanlığı ve 2000-2002 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yaptı. Ayrıca, 1994-2002 yılları arasında, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresinde Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundu. 2002 yılından beri, Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapıyor.

Çocuk istiyorsan cebinde telefon taşıma

Avustralya’da cep telefonları üzerine yapılan yeni bir araştırma, pantolon cebinde taşınan cep telefonlarının spermlerin canlılık ve hareket kabiliyetinde ciddi olumsuz etki yarattığını ortaya koydu.

Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 5 Eylül 2009*

Avustralya’daki Newcastle Üniversitesi’nde doğurganlık üzerine yaptığı tanışmalarla tanınmış Prof. John Aitken tarafından yapılan son araştırmalar, çocuk sahibi olmak isteyen babalara cep telefonu konusunda ciddi uyarılar içeriyor. Cep telefonlarından kaynaklanan elektromanyetik dalga frekanslarının spermler üzerindeki etkilerini inceleyen araştırmalarda, cep telefonu radyasyonuna (1.8 GHz) 16 saat boyunca maruz bırakılan spermlerin, doğurganlıkta iki önemli etken olan sperm canlılığı ve hareket kabiliyetinde kayıplara uğradığını gösterdi. Araştırmayı yürüten Aitken, çocuk sahibi olmak isteyen erkeklerin açık konumdaki cep telefonlarını vücudun belden aşağı kısımlarında taşımamalarını öneriyor.

Yüksek değerde DNA hasarı görülüyor
Aitken tarafından yapılan deneylerde, cep telefonlarının kilogram doku başına emilen elektromanyetik enerji miktarını gösteren SAR değerlerinin de doğurganlık üzerindeki etkileri saptandı. Sperm canlılığı ve hareket kabiliyetindeki değişiklik SAR değerinin 1 w/kg. olduğu deneylerde belirgin hale geldi. 2,8 w/kg SAR değerinde ise daha da ürkütücü olan DNA hasarı tespit edildi. SAR değeri yükseldikçe olumsuz etkilerin arttığı da gözlemlendi.

Cep telefonlarının zararlı veya zararsız olduğunu gösteren birçok çalışma olduğuna dikkat çeken Hacettepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Çağatay Güler, cep telefonların kullanım süresinin henüz bazı çalışmaların sonucunu almaya yeterli olmadığını söylüyor. Güler, “Zararlı olduğunu kanıtlayamadığımızda zararsız olduğuna dair çalışmalar yaparız. Telefonların zararsız olduğunu gösterecek çalışma gösteremediğimiz için, bilimin ihtiyatlılık ilkesi gereği bu etkileri yaptığını varsayıyoruz” diyor. Güler’in masum istekler olarak adlandırdığı öneriler arasında cep telefonlarının çocuklara özendirilmemesi, yatarken yanı başınızda cep telefonu bulundurulmaması ve okul gibi nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu yerlerde baz istasyonu yapılmaması yer alıyor.

***
Ne kadar çok özellik o kadar büyük risk
Yaptığımız araştırmalar, Türkiye’de satılan 3G uyumlu birçok cep telefonun SAR değerlerinin 1 w/kg’dan yüksek olduğunu buna karşın, AB’nin sınır değeri olan 2 w/kg’ın üstüne de çıkmadığını gösteriyor. Kanada ise sınır değeri 1,6 w/kg olarak kabul ediyor. 3G ve bilgisayar özelliği olmayan telefonlarda bu değerler çok daha düşük.

Türkiye’de cep telefonu satışı yapılan sitelerin hemen hemen hiçbirinde SAR değerleri belirtilmiyor. Üretici firmaların internet sayfalarında da bu bilgiye rastlamak oldukça zor. Araştırma şirketi Gartner’a göre pazarın lideri olan Nokia, sizi uluslararası sitesine yönlendirerek bu bilgiye ulaştırıyor. Takipçisi Samsung’un internet sayfasında ise cep telefonlarının özellikleri arasında SAR değeri ve yönlendirme yer almıyor. Pazarın üçüncüsü Sony Ericsson ise sitesinden yönlendirme yapıyor ama onun sizi ulaştırdığı metin de İngilizce. Aşağıdaki listede yer almayan birçok marka ve modelin SAR değeri uluslararası internet sayfalarında da ne yazık ki belirtilmemiş.

Modeller ve SAR değerleri (Kulakta - w/kg)

Nokia E71 (1,53)
Nokia 5800 (1,00)
Nokia E 63 (1,03 – 1,10)
Sony W 890i (1,38)
Sony T700 (1,55)
Sony C 510 (1,18)
Sony C 902 (1,34)
Sony G 705 (1,05)
Blackberry Pearl (1,26)
Blackberry Bold (1,51)
LG KS20 (1,24)
Apple iphone (0,974)

*Tam metin