İsmail ve Zeynep

En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti. 

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2012

İsmail’i arkası kapalı kamyonete attılar, üstüne de kapıyı kapattılar. İnce tel örgüyle kapatılmış camdan dışarıya bakarak uzun sure bağırdı ama sesini duyuramadı. Yanındakiler kamyonetin kasasında bir o tarafa bir bu tarafa savrulmaktan yorulmuş, baygın yatıyorlardı. Çıkardıkları sesler bağırmaktan çok inlemeye benziyordu.

Zeynep şanslıydı ama şansına sevinemedi. Onu bugün de yakalayamadılar fakat en yakın arkadaşı İsmail’i belki de bir daha hiç göremeyecek. Daha dün gece, İsmail'le İstanbul’un tüm sokaklarını dolaşmışlardı. Kokoreççi yine cömert davranmış, gece üçten sonra yeni müşteri gelmeyeceğini düşünerek kalan kokoreçleri onlara vermişti. İki dakikada yediler hepsini. Hiç sevmedikleri baharata bile alışmışlardı. Gece sokaklarda yatmaya, yağmurda ıslanmaya, sabah uyurlarken birdenbire karınlarına tekme yemeye. Her şeye alışmışlardı. Sevgisiz insanlara, aç dolaşmaya, yazları susuz kalmaya. Dün gece deniz kenarına gidip Boğaz’ı seyretmişlerdi. Gece boşalan dar sokaklarda koşturmuşlardı. En hızlıları İsmail'di. Bu sabah onları yakalamaya gelen belediye görevlilerinden istese kaçabilirdi. Onların önüne geçerek Zeynep’in kaçmasını sağladı ve kendini feda etti. Şimdi İsmail’i bir ormana götürecekler. Önce kısırlaştıracaklar sonra da orada bırakacaklar.

5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik öneren tasarı Meclis’ten geçerse, geceleri insanların sokaklardan çekilmesiyle bir nebze olsun huzur bulan hayvanların bu şansı da kalmayacak. Hepsi toplatılacak ve yer varsa barınaklara yoksa bir dağ başına bırakılacak. Bu tehlikeyle karşı karşıya kalan hayvanların adları benim öykümde Arsız ya da Biber değil; İsmail ve Zeynep. Daha kolay empati kurabilesiniz diye. Bu dünyada yaşama hakkının sadece insanlara ait olmadığını düşünenler bugün (30 Eylül 2012) saat 14:00’te meydanlara çıkıyor. İstanbul'da adres Taksim. Umarım siz de orada olursunuz.

SORUNUMUZ HAYVANLAR DEĞİL İNSANLAR
Açık konuşalım. Sokaktaki hayvanların insanların hayatını tehdit eden canlılar olduğunu ve bir an önce ortadan kaldırılmaları gerektiğini düşünüyorsanız bence sizin aklınızdan zorunuz var. Umut Vakfı’nın 2007 yılında elde ettiği resmi verilere göre Türkiye’de tam 2 milyon 500 bin adet ruhsatlı silah var. Vakıf, ateşli silahlarla işlenen suçların yüzde 85’inin ruhsatsız silahlarla işlendiğini buradan yola çıkılırsa Türkiye’de 17 milyon adet de ruhsatsız silah olduğunu tahmin ediyor. Toplamda 20 milyon adet silahtan bahsediyoruz. Her silahlı kişinin bir silahı olsa, beşimizden biri silahlı demektir. Sizce sokakta dolaşan köpekler ve kediler mi daha tehlikeli yoksa 20 milyon silahlı insan mı? Tuttuğu takım gol atınca silahına sarılan o insanlar mı sizi daha çok korkutuyor yoksa üstlerine yürümedikçe, gözlerinin içine korkuyla bakmadıkça size dokunmadan yanınızdan geçip giden köpekler mi? Hangisi sizi ve sevdiklerinizi bir anda öldürebilir? Gazetelerde ve televizyonlardaki haberleri aklınıza getirin. Her gün trafikte, okulda, kahvede silahına sarılıp birilerini kurşunlayanları düşünün. Onlar kedi mi, köpek mi yoksa insan mı? Hangi hayvan türü daha tehlikeli? Eli silahlı insanları toplayıp kulaklarından fişleseniz millet belki biraz rahatlar. Gazetelerde, “Fındık kendisini terk eden karısını kurşun yağmuruna tuttu” başlıklı bir haber okudunuz mu hiç? “15 yaşındaki A. Ş.’ye silah zoruyla tecavüz eden Mırmır suçunu itiraf etti” dendiğini gördünüz mü? Cinnet geçiren Karabaş ailesini çocukları önünde kurşunlasaydı emin olun insanlar tüm köpekleri meydanlara yığıp yakarlardı. Bir anket yapsalar, çocuklarımızın oynadığı sokaklarda eli silahlı insanların dolaşmasına izin verip, masum hayvanları dağ başına bırakmalı diyen milletvekillerinin toplatılıp dağ başına bırakılmaları yönünde fikir beyan ederdim. Mümkünse kısırlaştırılmadan; o kadar vicdansız değilim. Şansıma kimse böyle anketler yapmıyor da hâlâ hayattayım. Vekillerin çoğunun zaten silahı var, zabıtaya falan bırakmaz vururlar beni. Sahi, milletvekilinin silahı olur mu? Fikirlerini savunmaya insan silahla mı gider?

Orman Bakanlığı sakın Avrupa'yı örnek göstermesin. Batı, hayvan hakları konusunda sıkıntılı. Hayvanları birer süs oyuncağı yapıp onları yaşam alanlarından almış, evlerin içine hapsetmişler. Bizim aynı hatayı tekrar etmemiz gerekmiyor. Bireysel silahlanmanın önüne geçme  konusunda ise bizden iyi durumda çok ülke var. İngiltere’de bırakın sivilleri, belinde silah taşıyan polis görmek bile zor. Çin’de sivillerin silah sahibi olması yasak. Bu yüzden de silahlı suç oranı ülkenin büyüklüğü ve nüfusuna rağmen çok düşük. Son sözüm Ankara’ya. Hayvanların nasıl “bertaraf” edileceğini düşüneceğinize, düğünde, trafikte, sokakta insanları öldüren şu insanları nasıl silahsızlandıracağız diye düşünseniz daha iyi olmaz mı?

Ve AKP Tanrı'yı yarattı

Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa.

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2012

Foto: www.birgun.net
Şubat, Yağmur’un gözlerinin içine bakmış, yönetmenin istediği, binlerce dizi izleyicisini birkaç saat daha uyutacak o müthiş bakışı yakalamıştı. Belki de tam o sırada oldu trafik kazası. TRT’de yayınlanan Şubat dizisinin sahnesini kuran altı set işçisi o günkü işlerini bitirmiş İstanbul'dan İzmit’e dönüyorlardı. Onları taşıyan minibüs yolda bir kamyona çarptı. Üç set işçisi, Ertaç Sevim, Ömer ve Abdullah Pektaş hayatını kaybetti. Bu kaza senaryoda yoktu. Dizinin bir sonraki bölümünde veya haberlerde de gösterilmeyecekti. Kaç saat ya da kaç gün uykusuz çalıştıklarını kimsenin bilmesi gerekmiyordu. O gün bayramın ikinci günüydü. Sahi, devletin “resmi” kanalı için “resmi” tatil değil miydi o gün? Ya sigortaları var mıydı? Kimin umurunda; birkaç saatliğine beynimizi uyuşturan sonu gelmez diziler uğruna uykusuz, sevdasız kalan ve sonunda cansız yere düşen bedenlerden bahsediyoruz.

Ertaç, Ömer ve Abdullah, Ağustos ayında ölen 71 işçiden üçü. Adlarını tahminen hiç öğrenemeyeceğim 18 işçi ise geçen ay memleketin dört bir yanına dağılmış tarlalarında can verdi. Kimi pamuk topluyordu, kimi fındık. Mevsimlik işçiler ömürlerini yaz mevsiminin kavurucu rüzgarlarına bırakıp göçtüler bu dünyadan.

Tarlalardaki işçilerin ölümünden kaçımızın haberi oldu; bilmiyorum. Giydiğimiz pamuklu kumaşın ya da yediğimiz çikolatanın bedelini onlar ödüyor. Muğla’da orman yangınını söndürmeye çalışırken ölen beş işçinin haberi belki daha çok duyuldu. Yine de kimse onların heykelini dikmekten bahsetmedi. Futbolcu Alex ise karşılığında milyonlarca lira kazandığı işinin hakkını verdiği için artık heykeli dikilmiş bir kahraman. Yangını söndürme pahasına ölmeyi değil gol atmayı bilmek lazım bu memlekette.

Ağustos ayında madenlerde çalışan altı işçi can verdi. Enerji sektöründe ise çoğu elektrik çarpmasından dokuz kişi aramızdan ayrıldı. Ağustos ayında toplam 71 işçi öldü. Temmuz’da 110, Haziran’da 59, Mayıs’ta 69, Nisan’da 87. Yazmam lazım. Şubat’ta 42, Ocak’ta 62, Aralık’ta ise 52. 2011’in Kasım ayında slikozis nedeniyle bu defa kot işçileri değil diş teknisyenleri öldü. Belki de böyle apaçık, “öldüler” diye yazmak lazım. Hayatını kaybetti, aramızdan ayrıldı demek yetmiyor. Dört diş teknisyeni birkaç gün arayla öldü. 2011 Kasım’ı da 2012’nin herhangi bir ayından farklı değildi; 57 işçi öldü, 1976’sı ise yaralandı. Hepsi ekmek parası peşinde koşan emekçiler, hepsi iş kazası...

Mayıs ayında Giresun’daki HES inşaatında ölen dört işçiyi hatırlayın. Toprak kayması sonucu hayatını kaybeden işçilerin aileleri kazadan bir süre önce heyelan uyarısı yapıldığını ama firma yetkililerinin önlem almadığını söylemişlerdi. Aynı inşaatta, bu kazadan altı ay önce bir başka işçinin yine toprak kaymasından dolayı öldüğünü yazsam ne değişir bilemiyorum. Teoride insanlar her şeye muktedir. Elektrik çarpmadan yeni iletim hatları döşemeye, kaza yapmadan araç sürmeye, toprak altında kalmadan baraj yapmaya bir engel yok. İş kazalarının sayısının ülkeden ülkeye değişmesi bile buna bir örnek. Bir işçinin çalışırken ölmesi kimi ülkede büyük suç kimilerinde ise “takdir-i ilahi”; yani Tanrı’nın takdiri.

TAKDİR-İ İLAHİ
Evet, bana sorarsanız tüm bu işçi ölümleri takdir-i ilahi. Şaşırdığınızı biliyorum, neden böyle düşündüğümü matematikle açıklayayım. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu Başkanı Hasan Köktaş geçenlerde bir demeç verdi. Doğu Karadeniz’de HES(hidroelektrik santrali) sayısı 375’i bulabilirmiş. Her biri için Giresun'daki gibi beş işçi feda etsek, hepsi tamamlandığında ölecek işçi sayısı bin 875'i bulur. Şu ana kadar tamamlanan HES sayısı ise 45 taneymiş. Evrensel Gazetesi bugüne kadar HES inşaatlarında ölen işçi sayısının 300’ü bulduğunu yazmıştı (15 Mayıs 2012). Bölün 45’e, sonuç 6, 6. Giresun’da inşaatı süren HES inşaatında ölen işçi sayısından farklı değil. Bu sadece bir rakam değil, bu bir cinayetin matematiksel tarifi; gerçeğin sağlaması. Büyüklüğüne küçüklüğüne aldırmadan, bu ülkenin yetkililerinin her bir HES inşaatı için 5-6 işçiyi gözden çıkardığını söylersek çok da yanlış yapmış olmayız diye düşünüyorum.

Sadece HES mi? AVM inşaatlarında, yol yapımında, tarlalarda, maden ve tersanelerde işçilerin ölümü tesadüf mü? Çok mu şaşırıyoruz ölüm haberi geldiğinde? İşler yavaşlatılsa, kar marjları düşürülse, tüketim çılgınlığının önüne geçilse memlekette bu kadar insan ölmez. Ölmez ama takdir-i ilahi diye bir şey var. Nedir ilahi olan? İlahi olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yarattığı ve adına “ekonomik büyüme” dediğimiz bu yeni tanrı. Bu yeni tanrının kudretini, gücünü kaybetmeden yaşayabilmesi için işçilerin ölmesi, tanrıya kurban edilmesi gerek. Büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün verdiğimiz kurbanlardan biri insan yaşamı, diğeri doğa. Öyle vahşi, doymaz bir tanrı yarattılar ki, onu mutlu etmek için bu ülkenin insanları her gün canlarını, doğası ise ağaçlarını, nehirlerini, suyunu, denizini, ormanını ve temiz havasını kurban ediyor. Karadeniz'e yapılacak 350 HES'in üzerine kurulacağı nehirleri düşünün. Madencilere peşkeş çekilen Kazdağları'nı, çimento fabrikalarına kurban edilen Pazarcık-Narlı Ovası'nı, sanayi atıklarıyla doldurulan Küçü Menderes Nehri'ni, Marmara Denizi'ni, tarihe tanıklık etmiş Allionai'yi ve daha nice kültürel ve doğal mirası kendi elimizle yarattığımız bu tanrıya kurban etmedik mi? Dicle üzerine kurulan Ilısu Barajı bir tanrı gibi Hasankeyf'in canını almayacak mı? Adaklar tükendiğinde adak taşına konacak başın bize ait olacağının farkında değil miyiz?

Hepsinden geçtim, insan eliyle tanrı yaratıp ona adaklar sunmak putperestlik sayılmaz mı?

***
İşçi ölümleriyle ilgili rakamların birçoğu guvenlicalisma.org sitesinden alınmıştır.

Nükleer enerjiye neden hayır?

Fukuşima kazasından önce de nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu söylüyorduk. Çernobil benzeri bir kazanın her an başka bir ülkede gerçekleşebileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Sanıyorum 2005 yılıydı, Referans gazetesinde çalışıyordum ve bir arkadaşımla nükleer enerji üzerine konuşuyorduk. Bana büyük bir nükleer kaza olma olasılığı en yüksek ülkenin hangisi olduğunu sorduğunda ona hiç tereddütsüz, Japonya yanıtını vermiştim. Çünkü Japonya'dan çok sık kaza haberleri geliyordu. Medya genelde bu küçük kaza ve sızıntı haberlerini önemsemez, insan ölmedikçe haber yapmaz. Halbuki bunlar izlenmesi gereken işaretlerdir, güvenlik önlemlerinin zaaflarını gösterir.

O günlerde kaza tehlikesini abarttığımızı söyleyenler, nükleer enerjinin pahalı olduğunu da inkar ediyordu. Şimdi her şey ortada. Nükleer enerjinin pahalı, çevreye zararlı ve tehlikeli bir seçenek olduğunu verilerle, güncel örneklerle anlatmaya devam ediyoruz. Sunumum, nükleer enerjinin dünyadaki son durumu, nükleer enerjinin ekonomisi, nükleersiz bir Türkiye'nin seçenekleri ve tabi sizin sorularınızdan oluşan soru-cevap bölümünden oluşacak.

Merak edenler için bu seferki adres Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi. 22 Eylül 2012, saat 14:00. Katılım ücretsiz ve herkese açık.

Sensin alternatif!

2011 sonunda Almanya’da güneşten üretilen elektriğin miktarı 18,5 milyar kilovatsaate ulaştı. Kabaca söylersek Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 8'ine bedel bir üretimi evlerin çatılarına konan panellerle güneş enerjisi santrallerinden yaptılar.

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2012 

Almanya’da güneş enerjisini elektriğe çeviren fotovoltaik panellerin kurulu gücü 30 bin megavatı geçti. Bu cümlenin Türkçe mealini de yazalım. Türkiye’deki tüm elektrik üreten enerji santrallerinin toplam kurulu gücü 55 bin megavat civarında. Bunun sadece “6” megavatı fotovoltaik. Almanya’da ise sadece fotovoltaik dediğimiz güneşten gelen ışınları elektrik enerjisine çeviren santrallerin kurulu gücü 30 bin. Almanya'da, Türkiye'deki tüm barajların, termik santrallerin yarısı kadar güneş enerjisi var. Aynı kurulu güce sahip farkı tipteki santraller aynı miktarda elektrik üretmez ama bu 30 binlik kapasite gerçekten de çok ciddi bir rakam.

İspanya'da bir güneş santrali. Foto: O. Gurbuz
Almanya’da güneş var mı? Alanya’daki Almanya kökenli turistlere sorarsanız yok. En azından bizdeki kadar uzun süreli ve kuvvetli değil, o yüzden tatile buraya geliyorlar. İş güneş enerjisinden elektrik üretmeyi görmeye gelince ise sizin Almanya’ya gitmeniz gerekiyor. Halbuki tam tersi olmalı. Türkiye’nin en az güneş alan bölgesi Karadeniz’de güneşlenme süresi yılda 1971 saat. Almanya’nın en iyi güneşlenme sürelerine sahip bölgelerinde bu rakam aşağı yukarı Karadeniz'le aynı, 1900 saat civarında. Türkiye‘nin en güneşli bölgeleri Güneydoğu Anadolu ile Akdeniz. Buralarda 2 bin 900 saatlere varan güneşlenme süreleri var. Nem oranından, panellerin konumuna kadar birçok etken elektrik üretimini etkilese de, kaba bir hesapla söylersek, Almanya’da koyduğunuz güneş panelinin aynısını Antalya‘ya koysanız 1,5 kat fazla elektrik üretmeniz mümkün. Özetlersek, petrol ve doğalgaz fakiri Türkiye, iş güneş enerjisine gelince çok şanslı. Bu potansiyeli ciddiye aldığımız ise söylenemez. Gazetelerde “kıytırık” bir petrol rezervi bulunduğunda “köşeyi döndük” cinsinden haberler yapılıyor ama çok ciddi güneş enerjisi potansiyeline sahip Türkiye'de birçok kişi güneşin kıymetinin farkında bile değil.

Peki, bu güneş potansiyelini kullanıyor muyuz? Tabi ki hayır. Hükümet, adını da koyalım, Adalet ve Kalkınma Partisi, güneş enerjisinin önünü açacak düzenlemeleri yapmakta işi ağırdan alıyor. Nükleere, kömüre gelince iki günde yasa çıkaranlar, güneş enerjisi söz konusu olunca nasıl işi kolaylaştırırız diye değil, nasıl şu güneşin yolunu tıkarız diye kafa yoruyor. Art niyet aramıyorum; hâşâ! Memlekette güneş bol, başımıza güneş geçti kanaatindeyim.

ELEKTRİĞİN YÜZDE 4'Ü GÜNEŞTEN
2011 itibariyle Almanya’da 24 bin 800 megavatlık (MWp) güneş paneli kuruluydu. 2012 bitmeden bu rakama 6 bin megavat daha eklediler. Bu ilk değil. 2011’de 7 bin 500, 2010’da ise 7 bin 400 megavat gücünde güneş panelini elektrik üretim kapasitelerine eklemişlerdi. 2011 sonunda Almanya’da güneşten üretilen elektriğin miktarı 18,5 milyar kilovatsaate ulaştı. Yine kabaca söylersek Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 8’ine bedel bir üretimi evlerin çatılarına konan panellerle güneş enerjisi santrallerinden yaptılar. Geride ne nükleer atık, ne de kesilmiş bir ağaç bıraktılar. Bu yıl sonunda Almanya’nın elektrik üretimin tahminen yüzde 4’ü güneşten sağlanacak. 2020 tahmini ise yüzde 10. Sadece Almanya değil, İtalya'da elektriğin yüzde 4'ü, tüm Avrupa'da ise yüzde 2'si güneşten üretiliyor.

TEMİZ ENERJİ 381 BİN KİŞİYE İŞ SAĞLADI
2011 sonunda ülkede üretilen elektrik miktarının yüzde 20’si yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlandı. Rüzgar enerjisi yüzde 8 ile başı çekiyor. Onu yüzde 6 ile biyokütle ve yüzde 3’lük paylarla hidroelektrik ve güneş izliyor. 2011’de tam 381 bin 600 kişi yenilenebilir enerji sektöründe iş sahibiydi. Bundan 11 yıl önce 100 bin kişiden bahsediyorduk.

Güneşe hasret Almanya’da bunların olması, güneş ülkesi Türkiye’de ise güneş enerjisinden üretilen elektrik miktarının istatistiklere bile girmemesi bir rastlantı değil. Almanya’da halk bastırdı, kömüre ve nükleere hayır dedi. Fukuşima tuz biber oldu. Merkel hükümeti kaza sonrası ülkedeki tüm santrallerin kapatılması kararını almak zorunda kaldı. Ülkedeki sekiz reaktör hemen kapatıldı, kalan dokuz reaktör de 2022’ye kadar kapatılacak. Uzun yıllar önce verilen teknoloji destekleri, güneşten üretilen elektriğe verilen alım garantileri bugünleri hazırladı. Türkiye’de ise 2005 yılında çıkarılan kanunda verilen alım garantisi güneş enerjisinin maliyetlerini karşılamaktan uzaktı. Daha sonra revize edilen ve şu anda yürürlükte olan kanunda bu rakam kilovatsaat başına 13,3 dolar sente çıkarıldı. Alım garantisinin süresi ise 10 yıl. Radyoaktif  atıklardan felaket boyutundaki kazalara kadar onlarca tehlikesi bulunan ve dışa bağımlı bir kaynak olan nükleere verilen alım garantisi ise 12,35 dolar sent. Süre de 15 yıl. Nükleerde inşaata bugün başlansa ilk reaktör 2020’de devreye girecek. Ortalık bugünkü fiyatlarla 8 yıl sonra devreye girecek nükleerin fiyatlarını kıyaslayan milletvekilleri, bürokratlar veya akademisyenlerle dolu. O tarihe kadar güneş enerjisinin maliyeti daha da düşecek, nükleerinki ise son yıllardaki eğilim devam ederse daha da artacak. Almanya’da evinizin çatısına güneş paneli monte etmenin bedeli Almanya’da son üç yılda yarı yarıya düştü. Bu gidişle her geçen gün güneşten daha ucuza elektrik üretmek mümkün olacak.

Bugün güneşe pahalı diyenler (kaldıysa) bu basit hesabı bile yapmıyor. Sosyal maliyetleri hesaba katmadan, dünyadaki gelişmeleri takip etmeden “güneş pahalı” deyip geçiştiriyorlar. Hep söylüyorum, şu insanoğlu bir garip. Güneşe “alternatif enerji” adını takmış. Bazı çevreci arkadaşlar bile bu terminolojiyi kullanıyor. Bugün hayatta olmalarını sağlayan, kemiklerinin gelişiminden yedikleri tüm besinlere kadar her şeyin, yaşamın kaynağı güneşe alternatif, nükleere veya kömüre asıl enerji kaynağı diyenlere yukarıda özetlediğim veriler ışığında bir çift sözüm var: Sensin alternatif! 

***
22 Eylül 14:30'da İstanbul Makina Mühendisleri Odası'nda “Nükleere Neden Hayır” başlıklı bir sunum yapacağım, tüm BirGün okurları davetlidir.

Büyükşehir neden pet şişede su satıyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Eylül 2012

İnsanlar, kendi sonunu getireceğini bilmesine rağmen dünyadaki diğer canlı türlerini ve doğal kaynakları sınır tanımadan yok eden tek canlı olmalı. Belki de Matrix filmindeki Ajan Smith'in insan ırkı için söyledikleri doğruydu. Smith, insanları sınıflandırmaya çalışırken bizim aslında memeli olmadığımızı fark ettiğini söylemişti. Memelilerin çevreleriyle uyum içinde yaşadığını ama insanların çevresindekileri yok ettiğini, bu yüzden de insanların memeli değil virüs olarak sınıflandırılması gerektiğini öne sürmüştü. Bunu, insanoğlunun diğer canlılara oranla daha zeki olduğuna bağlamaya çalışanlar olabilir. Onlarla tartışmaya hiç niyetim yok. Hayal dünyasının kapıları herkese açık. Ne yazık ki dünyanın durumu insanların “zeki” olduğu savını çürütecek örneklerle dolu. Rakamlar, insanların bu “üstün” zekaları sayesinde dünyayı nasıl yok ettiklerini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Doğanın Korunması İçin Uluslararası Birlik (IUCN) tarafından açıklanan rakamlara göre değerlendirilmiş 52 bin 490 memeli türünün bin 142 tanesinin soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya, yani yüzde 21’i. Balıklarda bu oran yüzde 32, bilinen 4 bin 443 balık türünün bin 414’ü yok olma tehlikesi altında. Çiçek veren bitkilerde ise soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olanların oranı yüzde 73’ü buluyor. İnsanların fosil yakıt tüketimi (petrol, gaz, kömür) nedeniyle meydana gelen küresel iklim değişikliği, aşırı tüketim ve daha birçok nedenden ötürü binlerce bitki ve hayvan türü yok oluyor. “Zeki” olduğu öne sürülen insanlar ise arıların yok olması halinde yiyecek bulmakta zorlanacaklarını, ağaçlar olmadığında temiz hava soluyamayacaklarını veya denizlerde balıklar kalmayınca aç kalabileceklerini düşünmek bile istemiyor. Dilediği kadar balık avlamak, canlıların yaşam alanlarına binalar dikmek, denizleri betonla doldurmak, çayırlardan otoyollar geçirmek, kısaca keyfini bozmadan yaşamak istiyor. Öte yandan doğanın bozulmamasını, denizlerin kirlenmemesini, balıkların bitmemesini, etlerini yediği hayvanların sağlıklı olmasını talep ediyor. Öyle bir zekâ var ki şu insanoğlunda, kirlenmemiş denizlerde yüzmek istiyor ama o denize çöplerini boşaltıp, sahilde pet şişelerini bırakmanın bu isteğiyle çeliştiğini fark etmiyor. Pet şişe demişken…

DEPOZİTO ŞART
Türkiye’de damacana suların ne kadar temiz olduğu tartışmaları medyada saman alevi gibi parladı ve söndü. Aslında damacanalarla ilgili sorulacak soru çok. Öncelikle bu kadar suyun nereden geldiğini merak etmeliyiz. Zeki bir insan bence böyle yapar. Suyun geldiği yerde ne kadar daha su olduğunu, kaynak suyu çıkarma izni verilen firmaların çıkardığı kaynak suyu miktarının verilen izinlerdeki rakamlarla örtüşüp örtüşmediğini de sormalıyız. Ve bu kaynak sularının ne kadar süre boyunca bize yeteceğini sorgulamalıyız. Öyle ya, 40 yıl sonra bu sular bitecekse şimdiden önlem almak zorundayız. Sorulacak soru çok ama bir de şu damacana su-pet şişe meselesine değinmek lazım. Worldwatch Enstitüsü’nün “Önemli İşaretler” (Vital Signs) adlı raporunda dünyada yaklaşık 200 milyar litre şişe suyu tüketildiği belirtiliyor. En çok şişelenmiş su tüketen ülkeler ABD, Meksika ve Çin. Dünyadaki şişelenmiş su tüketimin yüzde 30’una sahip Avrupa’da ise Almanya, İtalya, İspanya ve Fransa başı çekiyor. Şişelenmiş su kullanımı, insanın çevre bilincinin “zekadan” çok siyaset ve eğitimle farklılaştığını gösteren iyi bir örnek çünkü her ülkede farklılıklar gösteriyor. ABD’de tek kullanımlık pet şişeler toplam şişelenmiş su tüketiminin yüzde 60’ını oluştururken, Almanya’da neredeyse tüm şişelenmiş su geri dönüştürülebilir cam şişelerde satılıyor. Bunun tek nedeni Almanya’da teneke kutu ve geri dönüştürülemeyen şişelere konulan yüksek depozito oranları. Smith haklı olsa bile hâlâ umut var. İnsan memeliden çok bir virüse benziyor ama bu virüsün kontrol altında tutulabilme şansı var; belki de tek umudumuz bu.

Plastik meşrubat şişelerinin depozitolu olduğu günleri anımsıyorum. Kimse erinmiyor, o şişeleri bakkala geri götürüyordu. Depozito kalktı, çevre kaygısı yok denecek kadar azaldı ve şimdi her yerde pet şişeler var. Plajlar, ormanlar, sokaklar pet şişelerle doldu. İşte bu yüzden damacana tartışması gibi birçok tartışma Türkiye'de hep eksik kalıyor. Damacanaların ne kadar temiz olduğunu sorgulamak tabi ki kötü değil ama her gün sokağa atılan binlerce plastik şişeyi bir gün olsun gündeme getirmemek en basitinden kötü gazetecilik örneği. ABD'de 2008'de yapılan bir araştırmada benzer sonuçlar elde edilmiş, şişelenmiş sularda dezenfeksiyon sırasında çıkan yan ürünlere, ilaç ve gübre kalıntılarına rastlanmıştı.

BÜYÜKŞEHİR MUSLUK SUYU SATSIN
Aslında çözüm herkesin bildiği gibi musluk suyu kullanmakta. İngiltere’de, İsveç’te insanlar nasıl musluktan su içebiliyorsa biz de gönül rahatlığıyla içebilmeliyiz. Sadece sağlık yönünden değil enerji kullanımı açısından da musluk suyu kullanmak önemli. ABD’de musluk suyu yerine şişe suyu tercih etmek 2 bin kat daha fazla enerji tüketimine neden oluyor. Musluk suyunu filtrelemek de enerji tüketimi açısından daha çevreci. San Francisco ve New York'ta bazı lüks restaurantlar filtre kullanmaya başlamış, Seattle ve San Francisco belediyeleri ise kendi adlarına şişe suyu almayı bırakmışlar. Hedef bu olmalı. Ben İstanbul'da musluk sularının temiz olduğunu düşünenlerdenim. Yemek ve çay suyunu musluktan kullanıyorum. Büyükşehir Belediyesi de böyle düşünüyor, suyun apartmanlara ulaştığında kirlendiğini söylüyor. Öyleyse harekete geçmesi ve belediyeye ait tüm tesislerde şişe suyu satışını yasaklaması güzel bir girişim olmaz mı? Yoksa belediyenin halka açık tesislerine gelen su da mı kirli? Bakalım Büyükşehir musluk suyu kullanımında halka öncülük edecek mi yoksa sadece “suyumuz temiz” deyip duracak mı?

Genetiği değiştirilmiş medya ve yazarları

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2012

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.

GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.

Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.

Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:

Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.

İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.

Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.

Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.

Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?