Kolin yılbaşı paketiyle şansını deniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Aralık 2014

Soma’nın Yırca köyündeki termik santral karşıtı mücadeleyi artık hepimiz biliyoruz. Danıştay, Kolin Termik Santrali’nin yapılması için alınan acele kamulaştırma kararını 7 Kasım 2014’te iptal etmişti. Kararı beklemeyen şirket ise bir gün önce 6 bin zeytin ağacını kesmişti. Geçtiğimiz Perşembe günü Danıştay, kamulaştırma kararını esastan iptal etti. Olan zeytinlere oldu ama direnen Yırca halkı kazandı, toprağına yeniden kavuşacak. Greenpeace ve köylülerin avukatı Deniz Bayram, “6 bin ağacın kesilmesinden sorumlu şirket yetkilileri ve bu kesime engel olmayan, tedbirleri almayan idari birimler hakkında gerekli soruşturmalar yapılmalı ve cezalar verilmeli” diyor. Şirketin derdi ise başka. Şu sıralar Soma’da ‘yılbaşı paketi’ dağıtmakla meşgul.

Yırca’da termik santral kurmak isteyen Hidro-Gen A.Ş. dağıttığı bu hediye paketlerinin içinde bir de mektup var. “Çok kıymetli hemşehrimiz” diye başlayan mektup, kömür santraline karşı çıkanları ‘dış güçler’ ilan edip, bir de müjde veriyor. Şirket, 60 bin zeytin fidanının dikimi için Soma Belediyesi ve Soma Ziraat Odası ile bir protokol imzalamış. Amaç Soma’da zeytinciliğin gelişmesine katkıda bulunmakmış. Bir gecede 6 bin zeytin ağacını kökleyince şirketin aklı yerine mi geldi acaba? Şok tedavisi böyle bir şey herhalde.

Mektupta termik santralin 30 yıl boyunca bin kişiye istihdam sağlayacağı ve projenin iptali halinde esnafın da mağdur olacağı iddia ediliyor. “Hemşehri” olduğunu söyleyen Hidro-Gen şirketi sanırım Yırca’da kaç kişinin zeytinden ekmek yediğinin farkında değil. Sadece Yırca köyünün nüfusu zaten 300’den fazla. Dışarıda okuyan çocukları, zeytin toplayan işçileri, aracıları, o zeytini satıp para kazanan esnafı bir araya getirin termik santralde çalışacak bin kişiden fazla eder. Üstelik termik santral gibi 30 yıl sonra bitecek bir işten de bahsetmiyoruz. Ben diyeyim 300, siz deyin 3 bin yıl meyve veren ağaçlardan bahsediyoruz. Kaldı ki, 450 megavat gücünde bir termik santralde bin kişinin işi ne, onu da anlamak zor. Adana’daki İsken Termik Santrali Soma’ya yapılmak istenenin üç katı büyüklüğünde. Dolaylı ve geçici işçileri saysanız bile çalışan sayısı ancak bini bulur. Yılbaşı paketi diye istihdam hediyesinin ambalajı biraz abartılmışa benziyor.  

“Soma için hayati değeri olan bu yatırımımız, Soma dışından gelen ve ilçemiz gerçeklerini bilmeyen bazı gruplar tarafından engellenmeye çalışılmakta” diye yazan Hidro-Gen’in nereli olduğunu da merak ettim. Mektubu okuyan doğma büyüme Somalı sanır ama şirketin menşei Ankara. Gönderdikleri mektuptaki adresleri bile Ankara’da. 2007 yılında kurulmuş şirketin bağlı olduğu Kolin Grubu’nun da bölgeyle ilgisi yok. Şirketin patronu Celal Koloğlu Elazığ doğumlu. Soma’nın dışından gelenler diyerek şirket kendi kendini ihbar ediyor olmasın? Altı bin zeytin ağacını kesmenin bir yan etkisi de herkesi ‘hemşehri’ sanmak olabilir mi acaba? Tabipler Odası’ndan bu konuda bir açıklama bekliyorum.

Soma’da yılbaşı paketinin içerisine sıkıştırılan bu mektup Kolin’e özel değil. Başta maden şirketleri olmak üzere, Türkiye’de çevre suçu işleyen şirketlerin Bergama’dan beri izlediği bir taktik bu. Önce oraya desteğe gelen çevrecileri bahane ederek, itiraz edenlerin ‘yabancı’ olduğunu öne sürerler. Sonra işi daha da ileri götürerek, itiraz eden herkesi vatan haini, Alman-Fransız ajanı ilan ederler. Ardından yerelde çalışma başlar. Köylerde iş ve çeşitli vaatlerle bilinen simaları yanlarına çekmeye, kaba tabiriyle ‘satın almaya’ çalışırlar. Arkasından yerel medyaya ziyaretler başlar. Civarda okul ve camilere bağışlar yapılır. Kaymakamlık ve valiliklerin desteğiyle şirket geziler, piknikler düzenler, evlere hediye paketleri gönderilmeye başlanır. İş bitince herkes unutulur. İş vaadiyle kandırılanlar sokakta kalır. Olan hem çevreye hem de yerinden yurdundan edilen yerel halka olur.

Süslü püslü her yılbaşı paketini iyi sanıp evinize almayın. İçinde dünyanın en tehlikeli zehri olabilir. 

Kültürel miras lafla korunmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Aralık 2014

Foto: www.cekulvakfi.org.tr
Ünye’den gelen bir haber beni eskilere götürdü. ÇEKÜL (Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı) ile Ünye Belediyesi el ele verip, Güzelkale Köyü’ndeki eski evlerin korunmasını sağlayacaklarmış. ÇEKÜL’ü tanımayanlar için söyleyeyim. Bu evlerin koruma altına alınması, onların süslenerek, püslenerek Ünye’nin güzel ormanları içerisinde sergilenmesi anlamına gelmez. O evlerin yaşaması, hayatın devamı anlamına gelir.

Sivil toplum örgütleriyle tanışmam çok eskilere dayanır. Gazetecilik yapmadığım zamanlarda kimi örgütlerde çalışmışlığım, ikisini bir arada götürmüşlüğüm de var. ÇEKÜL ise benim ilk göz ağrım. Beyoğlu’nun ticarethaneye dönüştürülmediği zamanlardı, çok değil 20 yıl önce. Bugün yerinde yeller esen Lale Sineması’nın en üst katındaydık, iki oda bir salona sığmaya çalışıyorduk. Ekibi tahmin edemezsiniz, anlatmaya kalksam satırlar yetmez. En küçük üyemiz bugün Birgün Pazar’ın kapak resimlerini çizen Zeynep’ti. O zamandan belliydi boyundan büyük işler başaracağı. Varın gerisini siz hayal edin.

Doğaya ilgim hep vardı ama ‘kültürel çevre’, ‘kültürel miras’ kavramlarını orada öğrendim. Vakfın kurucu başkanı Prof. Dr. Metin Sözen, 1975 yılında Safranbolu’da koruma çalışmalarını başlattığında, belki de kendi dışında kimse bu çabasının tüm Türkiye’yi saran bir ateşe düşüneceğine inanmıyordu. ÇEKÜL önderliğinde kurulan Tarihi Kentler Birliği’nde bugün 300’den fazla üye belediye var. Anadolu’da ayakta kalmış eski bir ev, mahalle görürseniz ÇEKÜL’ün imzasını da orada görme şansınız yüksek. Gaziantep’te Bakırcılar Çarşısı, Kadıköy’de Yeldeğirmeni/Rasimpaşa Mahalle Canlandırma Projesi, Amasya’nın tarihi konakları, Muğla’nın evleri… Dört aydır da Merzifon’da çalışıyorlar. Merak edenler Merzifon’u takibe alsın, vakfın çalışmalarının kenti nasıl değiştirdiğini görecekseniz.

Eski evleri, mahalleleri korumak daha doğrusu yaşatmak kolay iş değil. Ülkede kültüre ve tarihe verilen önemin atılan birkaç nutuktan öteye gitmediğini hepimiz biliyoruz. Alışveriş merkezlerine, makam otomobillerine para bulanların, ‘Osmanlı’ yadigari cumbalı evleri sitelere, alışveriş merkezlerine kurban ettiklerini de. Vakıftaki ilk yaşatma projeleri sırasında, o evlerde yaşayanların bakım giderlerini üstlenmekte zorlandıklarına da tanık olmuştuk. Böyle bir ortamda evleri nasıl ayakta tutacaktınız? Metin Sözen’den öğrendiğim altın formülü dilim döndüğünce tercüme etmeye çalışayım. Korumak istediğiniz yerde yaşamı devam ettireceksiniz. Eski evlerde yaşamayı külfet değil, nimet haline getireceksiniz. Evi bir müzeye çevirmekten çok, içindeki insanlarla birlikte yaşanabilir kılacaksınız. Eski kentler, yaşam sürdükçe, insan o evlerde/mahallelerde yaşamaya devam ettikçe, çarşıda çalıştıkça var oluyor. Koruma işi 24 saatlik bir iş, kent 24 saat nefes alıp verirse korunuyor, bekçilerle değil. Gaziantep’teki Bakırcılar Çarşısı ayaktaysa bu yüzden ayakta. Amasya’da, Yeşilırmak kıyısındaki konaklar ziyaretçilerle dolup taştığı için parıltıları geceleri yıldızlarla yarışabiliyor. Safranbolu’daki evler müze değil, ev olarak kaldıkları için kara, tipiye dayanıyor. İçinde yıkanan olduğu için Gaziantep’teki tarihi hamamlarda sular akıyor. Evlerde pişen çorbanın dumanının direnci Muğla’daki bacaları dimdik ayakta tutuyor.

Tarihi korumanın yaşatmak olduğunu ÇEKÜL sayesinde öğrendim. Tüm bunları yaparken bir yandan da 7 Ağaç Ormanları’na fidan dikmeye gidiyorduk. Yılbaşında, doğum gününde dostlara fidan hediye etmeyi, altından, ziynetten uzak durmayı, bizzat fidanı toprağa vermeyi de orada alışkanlık edindim. Dostlar saymış, dikilen fidan sayısı 4 milyonu bulmuş. Kesenlere inat. 

Atanamayanlar ile yönetemeyenler

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2014

Öğretmeninden çevre mühendisine, eğitimini tamamlamış, kamuda görev almak isteyen onlarca donanımlı insan atama bekliyor. Sorunun temelinde art niyet yoksa plansızlık var. Eğer açık yoksa bu kadar nitelikli iş gücü neden yetiştiriliyor? Yok, sorun bu kişilerin yetersizliğiyse, o zaman da eğitim sistemi sorgulanmalı. Her ile hatta ilçeye üniversite açmak marifet değil, buralarda kaliteli eğitim vermek ve mezunları üretim sürecine katmak gerek. Mezunlar güreş hakemi olsa tiyatro müdürü yapardık ama çevre mühendisinden, öğretmenden bahsediyoruz.

Kamuda, özellikle de Çevre Bakanlığı’nda çalışmak isteyen mühendisler dertli. 2014’te Bakanlığa alınan çevre mühendisi sayısı sadece 43. CHP Milletvekili Melda Onur geçenlerde sordu, Çevre ve Orman Bakanlığı da yanıtladı. Bakanlık bünyesinde 4033 mühendis varmış, bunların 793’ü çevre mühendisi. Yeterli mi? Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Baran Bozoğlu, “yeterli değil” diyor. Bakanlığın 81 ilde örgütlü olduğunu belirten Bozoğlu, “İl başına en az 20 çevre mühendisi olmalı, İstanbul gibi illerde bu rakam 70’leri bulmalı. Bu da en az 2 bine yakın mühendisin bakanlık bünyesinde görevlendirilmesini gerektirir” diyor. Çevre Bakanlığı’nın ÇED raporlarını onaylamaktan tutun izin ve lisansları vermeye, sonra da tüm bu işleri denetlemeye varan bir sorumluluğu var.
 
Bozoğlu, “Daha sağlıklı ve ciddi denetim yapılması lazım. Bu denetimlere gidenler arasında ebe, tercüman, veteriner bile var. İnceleme yapıyor ve ceza kesiyorlar. Örneğin, Çevre Bakanlığı yakın zamanda Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED raporunu (Çevre Etki Değerlendirme) onayladı. Onayladı ama bakanlıkta çalışan bir nükleer mühendis bile yok” Üniversitelerde, çevre mühendisliği bölümlerini kuranlar arasında orman mühendislerinin bile olduğunu söylüyor. “Olan meslek disiplinimize oluyor” diye de ekliyor.

Aslında bu kadrolara en çok Çevre Bakanlığı’nın ihtiyacı var. Bakanlığın saygınlık kazanması için işine bilimsel yaklaşan, tarafsızlığını koruyan bir ekibi olmalı. Sadece bakanlığın mı? Şirketlerin, belediyelerin ve danışmanlık firmalarının da yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Bu yeniden yapılanma sırasında çevre mühendislerinin yapacağı işi, 4 yıllık üniversite mezunu herkese yaptıran ‘çevre görevlisi’ uygulamasına da son verilmeli.

Denetim mekanizmaları da yerli yerine oturtulmalı. Türkiye’de devlet ve şirketlerden bağımsız dediğinizde akla hemen TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları) ve ona bağlı meslek odaları gelir. Hükümet ise yine tersini yapıyor. TMMOB’nin kuruluş yasasını değiştirmeye çalışıyor. En büyük amaç TMMOB ve bağlı meslek odalarının bağımsızlığını ortadan kaldırmak. Denetleyen de eleştiren de olmasın istiyorlar.

Türkiye’nin neresine baksanız ‘çevre sorunu’ gördüğümüz günlerdeyiz. Bu sorunları nasıl çözeceğiz? Karar mercilerinde, denetim sırasında daha çok çevre mühendisi, bağımsız kuruluş yer alsa ve bu süreçler şeffaf yürütülse, bu sorunların bazıları hiç ortaya çıkmadan önlenemez mi? Zeytinler kesilmeden önce Çevre Bakanlığı’ndan bir uzman çıkıp, kurum içinde, “bu iş olmaz” dese, bakanlığın tıkır tıkır onayladığı ÇED raporlarının doğruluğunu yerinde denetleyen bir meslek odası, “raporlarla gerçeğin ilgisi yok” diye itiraz etse fena mı olur? Böylece birbirimize girmeden, ÇED raporları mahkemelerden dönmeden, Bakanlığın itibarı yerle bir olmadan bu işleri çözemez miydik? Olması gereken bu.

Çevre Bakanlığı ve hükümet farkına varamıyor. Kurumlarda çalışanlar yetersizleştikçe, bağımsız denetim mekanizmaları ortadan kaldırıldıkça yok olan kendileri. Yönetemiyorsan halk yönetebilecek olanı bulur. 

Osmanlı kapitülasyonları devrede

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Aralık 2014

Rusya Devlet Başkanı Putin geçen hafta bir günlüğüne Türkiye’ye geldi. Osmanlı geleneklerine uyarak kendisini bir hediye ile karşıladık. Daha önce iki kez Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan geri dönen Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporunu binlerce itiraz dilekçesini hiçe sayarak onayladık. Rusya’ya ilk 15 yılda alım garantisi nedeniyle yaklaşık 70 milyar dolar (Elektrik Mühendisleri Odası’nın hesabı) gelir sağlayacak nükleer santral projesinin önü açıldı. Santralin sahibi Rosatom, yapım maliyetinin 20-25 milyar dolar arasında olacağını söylüyor. Nükleer santralin 60 yıl çalışması planlandığına göre Rusya’nın kârını varın siz hesaplayın.

Osmanlı’da, özellikle 1740 sonrasındaki kapitülasyonlarla ticarette yabancı devletlere geniş olanaklar sağlandı. Onaylanan ÇED ve daha önce imzalanan uluslararası anlaşma da Rusya’ya benzer imtiyazlar sağlıyor. Anlaşılan bizi yönetenler aldıkları ‘eksik eğitim’ sonucu tarihlerine yabancılaşıp Osmanlı’da yaşananları unutmuş. Unuttukları için de Rusya’ya aşağıda birkaç madde ile özetlediğim nükleer kapitülasyonu verdiler.

·       Rüzgar, hidroelektrik, jeotermal gibi yerli kaynaklardan üretilen elektriği devlet daha ucuza (kWs başına 7,3 ile10,5 sent) alırken, verilen alım garantisi yüzünden Rus nükleer santralinden daha pahalıya elektrik (kWs başına 12,5 sent) satın alınacak.
·       Türkiye 60 yıl boyunca nükleer kaza riskiyle birlikte yaşayacak. Olası bir nükleer kazada Türkiye ekonomisi çökecek (Fukuşima’nın tahmini maliyeti 250-500 milyar dolar). Rusya ise birkaç milyar dolar tazminat ödeyip ülkesine dönecek.
·       Doğalgazda bağımlı olduğumuz Rusya’ya elektrikte de bağımlı olunacak.
·       Akkuyu’da üretilecek elektrik miktarının büyüklüğü ve doğalgazdaki aslan payı nedeniyle Rusya Türkiye’deki elektrik fiyatının belirleyicilerinden biri olacak.
·       Orta ve düşük seviyedeki nükleer atıklar Akkuyu’da depolanacak. Yüzlerce yıl radyoaktif kalacak atıklar bize bırakılacak. Rusya’nın bu konuda sınırlı bir sorumluluğu olacak.
·       Nükleer yakıttan, santralin sökümüne kadar, yaklaşık 100 yıl boyunca Rusya’ya bağımlı olunacak. Rusya ile olası bir anlaşmazlıkta, doğalgaz ve nükleer yakıt açığı belirecek.

Bu kadarla kalsa iyi. Rusya’nın ekonomik durumu iyi değil. Ülke ekonomisin 2015’te küçüleceği Moskova tarafından da teyit edildi. İşsizlik artmaya başladı, yabancı sermaye çıkışı hızlanacak. Bu durumda Akkuyu Nükleer Santrali’nin finansmanını tek başına üstlenen Rusya toplamda 25 milyar doları bulan yatırımı nasıl karşılayacak?  

İşi yüklenen devlet şirketi Rosatom’un tek derdi Akkuyu olsa iyi. Şirketin sadece yurtdışında benzer koşullarla imzaladığı 13 nükleer reaktör projesi daha var. Nükleerde ilk yatırım miktarı çok büyük olduğu için bizim gibi parası olmayan ülkeler Rusya’nın teklifine evet diyor. Projelerin hemen hemen hepsinin aynı tarihlerde yapımına başlanması planlanıyor. Bangladeş, Belarus ve Türkiye’deki 8 reaktörün yatırım bedellerini karşılamayı taahhüt eden Rusya, krizdeki ekonomisini mi kurtaracak yoksa 40 milyar doları bu projelere mi yatıracak?

Putin’in ziyareti öncesinde Kremlin’in idari danışmanı Yuri Uşakov, daha önce de Akkuyu Nükleer AŞ Genel Müdür Yardımcısı Oleg Titov yerli malzeme alımını bahane ederek vergi indirimi hatta Kurumlar Vergisi ile KDV’nin sıfırlanmasını istedi. Bu talepler devam edecek. Santral inşası geciktikçe veya yavaşladıkça Türkiye bu isteklere boyun eğmek zorunda kalacak. Osmanlıyı dilinden düşürmeyenler Osmanlı’daki kapitülasyonları hatırlasa iyi olur. Bu daha birinci evre.

Bizi yönetenlerin belli ki Türkçeleri kıt, eski dilde yazalım. İşler namüsait mahiyette tezahür etmeye başlamadan önce nükleer maceradan vazgeçile.

Nükleer santrallerde kaza haftası

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Aralık 2014 

Foto: Die Linke
İlk yangın haberi Belçika’daki Tihange Nükleer Santrali’nden geldi. 30 Kasım günü, öğle saatlerde ajanslara düşen haber, santraldeki üç numaralı reaktörün trafosunda yangın çıktığını söylüyordu. Reaktörde üretim durduruldu ve böylece Belçika’da çalışır durumda bulunun yedi reaktörün üçü çeşitli nedenlerden dolayı elektrik üretememeye başladı.

Arkasından Ukrayna'daki Zaporozhe Nükleer Santrali’nden bir başka kaza haberi geldi. Bu haber dünyada daha çok yankı buldu çünkü kaza 28 Kasım’da gerçekleşti ama Ukrayna Başbakanı Arseniy Yatsenyuk kazayla ilgili açıklamayı tam beş gün sonra 3 Ocak 2014’te yaptı. Bu da “Ukrayna kazanın gerçek boyutlarını gizliyor mu” sorusunu akıllara getirdi. Sovyetler Birliği döneminde meydana gelen ve bugün Ukrayna sınırları içerisinde kalan Çernobil’deki kazanın dünyadan günlerce gizlenmesinin bu önyargıda payı olduğu söylenebilir. Ukrayna’daki çevre örgütleri, nükleer karşıtı gruplar ve aralarında Fransız Nükleer Güvenlik Enstitüsü’nün de bulunduğu kurumlar bir radyasyon tehlikesinden bahsetmiyor.

Kazanın ya da arızanın yardımcı trafoda meydana geldiği belirtiliyor. Yani elektrik transfer sisteminde olmuş, reaktörde değil. Arızanın reaktörü etkilememesi için de reaktör kapatılmış ve bu süreçte de bir sorun yaşanmamış. Yapılan açıklama bu. Umarım öyledir.

Ukrayna’dan gelen haberle başlayan panik havası aslında yersiz değil. Konu nükleer enerji olduğunda şeffaflıktan bahsetmek çok zor. Çernobil ve Fukuşima kazalarının sonuçları konusunda farklı açıklamalar yapılmasının bir nedeni de bu. Olası bir sızıntı veya kazada, doğadaki radyasyonu ölçmek isteyebilirsiniz. Gerek duyacağınız aletlerin hemen hemen hepsi kamunun ya da bizzat nükleer endüstrinin elinde. Sivil toplumun elinde yeterli araç gereç yok. Daha da önemlisi yetki yok. Mersin’de nükleer santral kurulduğunuzu düşünün, şüphelendiğinizde ölçüm yapmak için sizi içeri alacaklarını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Bergama’da siyanür kullanılan altın madeninde kaza olduğu haberleri gündemde ama meslek odaları, çevre örgütleri bu madene girip bağımsız araştırma yapabiliyor mu? Altın madenini kontrol edemeyen sivil toplum nükleer santrali nasıl denetleyecek? Nükleer santrallerin asıl ürkütücü yanı bu.

Nükleer santrallerde kaza riski "sıfırlanamaz" ve bu risk alınamayacak kadar yüksektir. Belçika ve Ukrayna’daki kazaların benzerlerine o kadar çok rastlanıyor ki, bunlardan birinin yeni bir Fukuşima veya Çernobil olması düşük bir olasılık değil.

Bir diğer sorun da radyasyonla ilgili. Radyasyon gözle görülemez, eğer size söylemezlerse bilemezsiniz. Bilseniz de önlem alma şansınız yok. Koruyucu kıyafetler sizi korusa bile besinlerinizi, yaşam alanlarınızı radyasyondan koruyamaz. Santrallerden havaya bırakılan rutin radyasyon miktarını, nükleer atıkların saklandığı yerde sızıntı olup olmadığını size söylemezlerse öğrenemezsiniz.

Özetle, herhangi bir elektrik üretim biçimiyle nükleer enerjiyi risk ve şeffaflık açısından kıyaslayamazsınız. Kaza nerede olursa olsun sizi bulur. Radyasyondan kaçamazsınız veya onu yok edemezsiniz. Ukrayna'dan gelen haberin yarattığı paniğin ardında aslında bu yatıyor.

***
Kazanın olduğu reaktör Rus malı
Zaporozhe Nükleer Santrali Ukrayna’daki en büyük santral. Bu santralde toplam kurulu gücü 6 bin megavatı bulan 6 reaktör var. Kaza 3 numaralı reaktörde meydana geldi. 3 numaralı reaktörün inşasına 1986 yılında meydana gelen Çernobil kazasından önce başlanmış, 1986 sonunda üretime geçmiş. 28 yaşındaki reaktör, VVER V320 tipi Rus yapımı bir reaktör. VVER-1000 sınıfından. Bu reaktörün biraz gelişmiş bir modelinin (VVER-1200) Mersin Akkuyu'da yapılmak istenen nükleer santralde kullanılması planlanıyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kapatılsın

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Kasım 2014

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, geçen hafta Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nde değişiklik yaptı. Golf sahalarından küçük termik ve hidroelektrik santrallere,  50 bin metrekarenin altındaki AVM’lerden kentsel dönüşüm alanlarına kadar birçok ticari faaliyete ÇED muafiyeti getirdi.

ÇED raporları doğru dürüst yapılsa birçok soruna çözüm olabilirdi. Bizde ise uzun zamandır formaliteden öteye geçmiyor. 1993-2012 yılları arasında değerlendirilip ÇED olumlu kararı verilen proje sayısı 2 bin 797. ÇED gerekli değildir kararı verilen proje sayısı da 39 bin 649. ÇED olumsuz kararı verile proje sayısı ise sadece 32.

Formalite diyorum çünkü ÇED raporları artık sahibinin isteğine göre hazırlanıyor, denetimi yapan kuruluşlar da sesini çıkartmıyor. Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED’ini hazırlayan şirket o raporda nükleeri kömür santraline karşı avantajlı bulurken, aynı şirket Sinop Gerze’deki termik santral için hazırladığı raporda kömürü övüp nükleeri, güneşi ve rüzgarı beğenmiyor. Mersin’e kurulmak istenen nükleer santralin ÇED raporunu açın okuyun. Lise dönem ödevi gibi, sağdan soldan aldıkları bilgiler bilimsel veriymiş gibi derlenmiş.

1993’te hayatımıza giren ÇED raporları, bir endüstri tesisi veya ticari işletme açmadan önce onun çevreyi nasıl etkileyeceğini yazdığınız, bu etkileri önlemek için nelere dikkat edilmesi gerektiğini belirttiğiniz ve alternatif yöntemlerle karşılaştırma yaptığınız bir plan aslında. Buraya termik santral kurarsak yandaki tarlalar zarar görür, havaalanı kurduğunuz yerde önemli bir kuş konaklama alanı var, bu da uçakların düşme tehlikesini arttırır dediğiniz bir belge. Elinizde böyle bir belge varsa hata yapma şansınız azalır, zarar en aza indirilebilir. Şimdi ise durum daha da kötüleşti.

·         100 odanın altında otel yapıyorsanız ÇED’e gerek yok!
·         Yıllık 30 bin tondan az üretim yapan balık çiftliğiniz varsa ÇED’e gerek yok!
·         İki kilometreden küçük havaalanı, 100 kilometreden kısa demiryolu için ÇED’e gerek yok!
·         Tuz çıkarıyorsanız, orman ürünlerini işliyorsanız ÇED’e gerek yok!
·         Isıl gücü 300 megavattan az termik santral, kurulu gücü 10 megavattan az HES yapıyorsanız ÇED’e yine gerek yok!

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı tebrik etmeli. İş dünyasını büyük bir formaliteden kurtardılar. Bilmeyen bizim, golf sahalarını Belek’teki gibi ormanın içine yaptığımızı sanır; halbuki hepsi uzayda!

Balık çiftliklerine ÇED istenirse çevreye zarar verdiği düşünülebilir. Oysa ki, çiftliklerin etrafındaki suda meydana gelen renk değişimi, balıkların neşe içinde oynaşmasındandır.

Termik santral kötüdür diyen cahildir. Yatağan ve Elbistan’da çiftçinin termik santral yüzünden ürün kaybı yaşayıp tazminat alması da mahkemenin iş bilmezliği değil midir?

HES’lerin doğaya zarar verdiği bir söylenti. Yapılan iş, doğru dürüst akmasını bilmeyen nehirlerin terbiye edilmesidir. Bunun, çevreye etkisi mi olur?

Memlekette oteller orman alanına yapılmaz ki değerlendirmesi olsun? Demiryolu, uçak pisti dediğin uzadıkça çevreye zarar verir. Kısa olursa en güzel tarım arazisinin, ormanın üzerinden bile geçebilir. Toprağın ruhu duymaz.

Orman, ağaç dediğin zaten işlendikçe güzelleşir. Orman ürünlerinin kesilip biçilmesinin bir planı, raporu mu olur? Ağaçlar kesiliyorsa o ÇED raporları için harcanan kâğıtlar yüzünden.

Madem öyle, siz en iyisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı kapatın. Kentleri zaten müteahhitler yapıyor. Çevreye zarar veren projelere sesinizi çıkartmıyorsunuz. Bu değişiklikten sonra belli ki denetlemeyeceksiniz bile. Denetleme yapacak yeterli personel var mı o da şüpheli. Atama bekleyen çevre mühendisleri aylardır bu konuya dikkat çekiyor. Kısacası; ormanları, nehirleri, havayı ve suyu korumayacaksanız size de gerek yok.

Atıkların kontrolü, kaydı, kimyasalların doğaya salınması gibi konuları da dert etmeyin. Bizim kapı gibi esnafımız var. Onlar hem jandarma, hem polis, hem hakim hem de çevre uzmanıdır. Salın esnafı doğaya, bakın çevre sorunu kalıyor mu?

Yoksulluğun fotoğrafı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Kasım 2014

Bu ülkede mutluluğun resmini yapabildik mi bilmiyorum ama yoksulluğun fotoğrafını çektik. Hem de yaratılan yalan dünyayı koruma gayretleri, medyada doruğa çıkmış olmasına rağmen.

İçlerinde Birgün’ün de olduğu birkaçı dışında diğer gazeteler hükümetin kontrolü altında. Televizyonlar, internet siteleri ve radyolar da öyle. Twitter dahil, sosyal medyada bile sansür ve manipülasyon işbaşında. Muhalefet, medyanın gücünü küçümsemenin ve elini taşın altına koymamanın bedelini ağır ödüyor. Bir avuç gazeteci yıllardır söylüyorduk ama Gezi’ye kadar kimse o bir avuç gazeteciye inanmadı. Tüm bu baskı ve kontrole rağmen Ermenek’te oğlunu yitiren Recep Gökçe’nin fotoğrafını tüm Türkiye gördü. Soma’da ölen işçileri, asansör faciasında yitirilen canları bültenlerine, sayfalarına almak zorunda kaldılar. Malum medyanın değiştiğinden değil, ölümlerin ardı arkası kesilmediğinden. Mızrak çuvala sığamaz halde artık.

Bu ülkede onlarca gazete ve ekonomi sayfası var. Hangi sıradan günde, Recep Gökçelerin dertlerinin haber olduğunu gördünüz? Hangisi Torun Center’daki asansör kazasında ölen Hıdır Ali Genç’in ailesinin şirket aleyhine açtığı 1,5 milyon TL’lik davayı sonuna kadar takip edecek. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre AKP’nin 12 yılında en az 14 bin 455 işçi yaşamını yitirmiş. Kaç tanesinin haberini okudunuz, ölümlerden sorumlu şirketlerden kaç tanesinin adı o sayfalarda yazıldı? Gazeteleri siz alıyorsunuz ama onlar reklam verenlerin haberlerini yapıyorlar. O sayfalarda ölen işçilerin dertleri değil, sorumluların başarı öyküleri yer alıyor. Varsılların hikayelerini her gün okuyorsunuz ama yoksulların haberleri sadece kara günlerde yayınlanıyor. Sizce ekonomi sadece varsıllarla, parası çok olanlarla mı ilgilenir? Ekonomi kanallarına dikkatle bakın, anlattıkları hep parası olanın nasıl daha çok para kazanacağıdır. Borsa, altın ve döviz fiyatlarından bahsedince, falanca şirket filanca miktar yatırım yaptı deyince ekonomi haberciliği yapmış olur muyuz? Asgari ücret, sendikal haklar, iş güvenliği ve sosyal güvenceler ekonomi programlarında konuşulmayacak da nerede konuşulacak? Evlilik programlarında mı?

Bağımsız medya işte bu yüzden önemli. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi diye masallar anlatılan Türkiye’de Recep Gökçe’nin fotoğrafını gördüğünüzde şaşırmamamız için bağımsız medya var. Kömür madenlerinde, o şartlarda ekmek parasına çıkaranlar olduğunu kaza olmadan önce duymamız için var. Ülkede hükümet eliyle yaratılan büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün işçiler, köylüler kurban edilmesin diye bu inat.

Bizlere düşen, gözümüze pembe gözlükleri takmak isteyenlere değil, gerçekleri anlatanlara destek olmak. Keyfimiz kaçsa da, haberler canımızı sıksa da, aldığımız gazetede renkli fotoğraflar, son dakika haberleri olmasa da, inatla bağımsız medyaya destek olmalıyız. Türkiye’deki 10 bin kişinin şatafatlı hayatını değil milyonların derdini anlatan televizyon kanallarına bakmalıyız. Görüntü kalitesi, spikerin acemiliği beklentilerimiz karşılamasa da sabretmeliyiz. Elinizde tuttuğunuz şu gazete en iyi örnek. 5 binlerden 26 binlere yükselen tirajı, değişen baskı kalitesi ve sayfa düzeniyle Birgün bugün medyanın yüz aklarından biri. O beş bin okur, ellerine bulaşan mürekkep, imla hataları ve yetersiz habercilik yüzünden Birgün’den vazgeçseydi, bugün daha az kişi yolsuzluklardan haberdar olacak, tapeleri okuyacaktı. 

Çağrım sadece okuyuculara, izleyicilere değil. Mesleğe yeni adım atan gençlere de sesleniyorum. Size gazeteciliği, gücü elinde tutanlara mikrofon tutmak, bildik soruları sormak diye anlatanlara inanmayın. Gazetecilik, ayakkabı alacak parası olmayanları oğlunun cenazesinde görmeden önce yazmaktır. Gerçekleri herkes kabullendikten sonra yazmak kolay ama asıl gazetecilik gerçeği kimsenin duymak istemediği zamanda yazmaktır. Bugüne kadar nasıl yaşıyorsak bundan sonra da öyle yaşayamayız. Biz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek. Böyle gelecek bahar.

Kömür ve dışa bağımlılık

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Kasım 2014

Yırca'da yeni zeytin fidanları dikildi. Foto: Greenpeace
Yırca’da altı bin zeytin ağacının termik santral için kesilmesinin ardından konu yine enerji ihtiyacı ve dışa bağımlılığa geldi. Türkiye’nin elektrik talebinin hükümetin umduğu ve istediği gibi artmadığını, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyelinin ihtiyaca yeteceğini defalarca yazdık. Kömürü savunanlar da durumun farkında. Şimdi ellerindeki tek kozu, dışa bağımlılığı bahane ederek yerli kömürü savunmaya çalışıyorlar. 60 milyar dolarları bulan enerji ithalatını işaret ederek, deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyorlar.

AKP iktidara geldiği ilk günden beri enerjide dışa bağımlılığı azaltmaktan bahsediyor. Bu amaca ulaşmak için de Türkiye’deki tüm hidroelektrik ve yerli kömür potansiyelini kullanmak gibi ‘çılgın’ bir hedef belirledi. Her dereye HES kuruldu,  her kömür madenine işçiler indi.  Peki ya, sonuç? AKP iktidara gelmeden önce, 2001 yılında Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 65’di. Şimdi yüzde 73’ü geçti.

Başarısız oldular çünkü enerjide izledikleri politikalar neredeyse benim kadar eski. Asıl sorunun talebi yönetmek olduğunu göremediler. Enerji ithalatı faturasının bel kemiğini oluşturan petrolü konuşmadılar bile. İnşaat ve otomobil endüstrisiyle sürdürdükleri yakın ilişki nedeniyle petrol kullanımını teşvik ettiler. Toplu taşıma yerine otomobilleri, demiryolları yerine otoyolları desteklediler. Her yer köprü oldu, her yere köprülü kavşak kuruldu.

Şu 60 milyar dolarlık enerji ithalatı meselesine de açıklık getirelim. 2012’deki 60 milyar dolarlık ithalat faturasının yarısından fazlası (31,5 milyar dolar) ham petrol ve petrol ürünlerine ait. Petrolden artık elektrik üretilmiyor veya ısınmada kullanılmıyor. İstediğiniz kadar kömür çıkarın petrolü kömürle ikame edemezsiniz İkinci büyük kalem ise doğalgaz. 23 milyar dolarlık bu faturanın neredeyse yarısı sanayi ve konutlara ait. Buradaki ithalatı azaltmak için kentlerde doğalgaz yerine kömür yakılmalı. İnsanları hava kirliliğinden ölmeye ve binlerce lira harcayarak kurdukları doğalgaz sistemlerini söküp, kömür sobası kurmaya ikna ederseniz tabi. Geriye 23 milyar doların diğer yarısı kalıyor; doğalgaz santralleri. Bunları kapatıp elektriği yerli kömürden üretebiliriz. Asit yağmurlarını, külü ve iklim değişikliğini sevmek kaydıyla. Bir de bu santral sahiplerini kapatma konusunda ikna edeceksiniz. Ellerinde, çoğu bu hükümet tarafından verilmiş üretim lisansları olan dev şirketlerden bahsediyoruz.

Yerli kömürü teşvik politikaları da işe yaramadı. 2001-2011 arasında taşkömürü üretimi aynı kaldı. Linyit üretimi sadece 10 milyon ton arttı ama aynı dönemde kömür ithalatı 7 milyon tondan 24 milyon tona çıktı. Çünkü Türkiye’yi kömür cennetine çevirdiler. Termik santrallerin üzerindeki çevre baskısını kaldırdılar. Filtreymiş, tozmuş umursamadılar. İklim değişikliği rafa kalktı, dünyanın bütün kömürcülerine davetiye çıktı. Bu ülkede doğalgazın, LPG’nin, motorinin ÖTV’si var, ithal Sibirya kömürünün yok. Kömürün önünü açmak için attıkları her politik adım ithal kömüre de davetiye çıkardı. Sonuç ortada. Türkiye’nin en güzel kıyılarında, orada kömür olmamasına rağmen santral kuruluyor. AKP’nin kömüre verdiği açık çek, bu ülkenin zeytinini, denizini ve ormanını bitirecek.

Doğalgazdan şikayet edip aslında doğalgaz kullanımını teşvik ettiler. Merkezi ısıtma sistemlerinden kombilere geçtik. TOKİ 12 yılda 700 bine yakın konut yaptı. TOKİ’nin yaptığı bu konutların kaç tanesi iyi yalıtımlı bir evden bile neredeyse 10 kat daha az enerji harcayan ‘pasif ev’ acaba? Pasifi bıraktım, kaç tanesi doğru dürüst bir yalıtıma, çatısında güneşten elektrik üreten panellere, su ısıtıcılarına sahip. TOKİ’nin yüreği çimentodan değilse açıklasın. Sadece TOKİ mi? Standartları düşük tutarak özel sektöre benzer enerji canavarı evleri kurma özgürlüğünü bu hükümet vermiyor mu? İşte bu yüzden enerjide dışa bağımlılık son 12 yılda azalmadı, arttı.

Enerjide devir hesap devri

Özgür Gürbüz-Biamag/15 Kasım 2014

Doğalgaz ve elektriğe yapılan, yüzde 9 oranındaki son zamlar enerji faturalarımızı kabarttı. Elektrik Mühendisleri Odası’nın yaptığı hesaba göre ayda 83 TL elektrik faturası ödeyen bir aile bundan sonra aynı elektrik tüketimi için 90 TL ödeyecek. Aynı ailenin aylık doğalgaz faturasının da ortalama 15 TL fazla gelmesi bekleniyor. Zamlar cebinizi yakıyor ama madalyonun bir de öteki yüzü var. Doğalgaz ve kömür kullanımı küresel iklim değişikliğine neden oluyor. Daha fazla elektrik talep etmek daha fazla santral yapılması demek. Termik santrallerin yerelde yarattığı sorunları artık saymaya bile gerek yok; Yırca’da olan bitene bakmak yeterli. Hem faturaların yükünü azaltmak hem de doğaya daha az zarar vermek için siyasetten, günlük yaşamımıza dek yapacak çok iş var. Enerjiyi verimli kullanmak da bunlardan biri. İlk adımı evinizde atabilirsiniz.  

Evlerde enerjiyi elektrikli aletleri çalıştırmak, aydınlatmak ve ısınmak için kullanıyoruz. Isınmak için doğalgaz veya kömür yakılırken, aydınlatma ve elektronik aletler için elektrik enerjisi tüketiyoruz. Basit tedbirlerle tüketimi azaltmak mümkün. Önce cebinizden para harcamadan yapabileceklerimize bakalım. İşe buzdolabından başlamakta fayda var çünkü elektrik faturanızın yaklaşık üçte biri buzdolabınıza ait.

Hedef elektrik faturası
  • Buzdolabınızı güneş alan bir yere veya radyatör, fırın gibi ısı kaynaklarının yanına koymayın. Buzdolabı dışarıdan ısı aldıkça içini soğutması zorlaşır ve elektrik tüketimi artar.
  • Dolabınız 24 saat boyunca içini hep belli bir soğuklukta tutmaya çalışır. Bu yüzden buzdolabının kapağını mümkün olduğunca az açıp kapayın. Örneğin, kahvaltılıkları tek tek değil, mutfakta biriktirip hepsini beraber yerleştirin.
  • Elektrik faturalarınızın üçte birine yakını da aydınlatma için yapılan harcamadan kaynaklanır. Evde gereksiz, dekoratif amaçlı aydınlatmadan kaçının. Tavanda yaşayan örümcekler geceleri kitap okumuyor, buraları aydınlatmanız gerekmez. Odalarda önünde buzlu cam olmayan bir lamba yeter, avize ve benzerlerinden uzak durun. Ne eviniz bir mağaza vitrini ne de elektrik bir süs aracı.
  • Edison’un bulduğu akkor ampüller artık satılmadığı için işler kolaylaştı. Verimli ampul de denen “kompakt floresan”lar eski ampullerin beşte biri kadar elektrik harcıyor ve aynı işi görüyor. Yine de evdeki her ampulü verimli olanla değiştirmek yeterli değil. Kullandığınız yere göre, uygun güçte ampul seçmelisiniz. Antre ve koridorlardaki ampullerin gücünü azaltın. Koridorda yürürken gazete okuma alışkanlığınız yoksa buralara duvara çarpmanızı engelleyecek güçte ampul koymak yeterli olur. Verimli ampul alırken merdiven altı markalardan uzak durun.
  • Banyoda çok güçlü ampullere gerek olmayabilir ama çalışma odanızda, ışığın açısını da düşünerek daha kuvvetli ampuller seçebilirsiniz. Fiyat performans karşılaştırması kişiden kişiye değişiyor. LED ampuller en tasarruflusu, onları kompakt floresanlar ve eko halojen ampuller izliyor. LED ampuller daha pahalı ancak kompakt floresanların iki katı ömre sahip. Hangisini seçerseniz seçin, gücü ve sayısı konusunda ihtiyacı esas alın.   
  • Gelelim bekleme (standby) konumunda bırakılan elektrikli aletlere. Televizyonlar, modemler, kahve makinaları… Liste uzayıp gidiyor. Dünyada bu ve benzeri aletlerin her yıl Kanada’nın elektrik tüketimi kadar enerji harcadığını biliyor muydunuz? Uykudayken interneti kapatmak, ağa bağlı bilgisayarları, bellekleri elektriksiz bırakmak gerekiyor. Televizyonu kapattığınızda prizden çıkartmalı, çay makinasını devamlı açık bırakmamalıyız. Kullanım süresine göre değişse de, bu önlemlerle aletlerin tükettiği elektriği yüzde 60 oranında azaltabilirsiniz. Tek tek uğraşamam diyorsanız benim gibi yapın. Kullandığınız çoklu prizleri düğmeli/anahtarlı seçin. Gece yatmadan tek düğmeye basarak televizyon, DVD çalar ve modemi aynı anda kapatabilirsiniz.
  • Ütü yapmayın. Şaka yapmıyorum, elektrik faturanızın yüzde 5’i ütü kaynaklı. Hayatımda gördüğüm en gereksiz eylemlerden biri ütü yapmak. Biliyorum, aranızda iç çamaşırı, çorap, çarşaf, atlet ve tişört ütüleyenleriniz bile var. Siz ütüledikçe fatura kabarıyor, ona göre!
  • Bulaşık makinenizin ‘çevreci’ programı varsa kullanın. Bulaşık biraz daha uzun sürer ama az enerji harcar. Bulaşık ve çamaşır makinasını doldurmadan çalıştırmayın. Hastaneden tıbbi atık getirip evde yıkamıyorsanız 60 derecenin üstüne de çıkmayın.
  • Çamaşır kurutma makinasını değil eve, mahalleye bile sokmayın. Kutuplarda değil, ılıman iklim kuşağındaki bir ülkede yaşadığınızı unutmayın. Aynı şekilde klimalardan da uzak durun. Pencerelerinizi açın, kalın perdeyle güneşi önleyin. 10-20 yıl önce anne babanız klimasızlıktan ölmediyse siz de ölmezsiniz. Aynı genler sizde de var. Değişen konfor anlayışınız.
  • Bilgisayarları en sona bıraktım. Son zamanlarda elektrik faturalarının artmasında bilgisayarların büyük rolü var. Özellikle de oyun oynanan, güçlü video kartlarına sahip bilgisayarlar başa bela. Bir de bilgisayarların devamlı açık tutulması elektrik tüketimini arttırıyor. Onların da bir kapatma tuşu var, işiniz bitince o tuşa basın. Çalışırken ara ara bilgisayar başından kalkıyorsanız, denetim masasındaki güç seçeneklerinden (Windows kullanıcıları için) kendinize bir “güç planı” oluşturun. Bilgisayarınızı belli bir süre kullanmadığınızda uykuya yatacak şekilde ayarlayabilirsiniz.
  • Son önerim ise şu: Büyüklerinizin sözünü dinleyin, ışıkları açık bırakmayın. Elektrikleri açmak için kullandığınız düğmeler kapatmaya da yarıyor. Onları iki amaç için de kullanın. Tembellik değil tasarruf yapın.
Buraya kadar sadece alışkanlıklarınızı değiştirerek yapabileceğiniz enerji tasarrufu seçeneklerinden birkaç örnek verdim. Eğer evinize yeni elektrikli eşya alıyorsanız seçimlerinizi enerji verimli (A+ ve üstü) olanlarından yaparak daha fazla tasarruf yapabilirsiniz. Buzdolabı ve televizyonla yola çıkmanızı öneririm. Buzdolabında mümkünse A+++’a kadar gidin. Emin olun zaman içerisinde verdiğiniz parayı geri çıkartacaksınız. Bu seçimle buzdolabının aylık tüketimini yarı yarıya azaltabilirsiniz. Televizyonda ise plazmadan uzak durun ve LED televizyonları seçin.

Hedef doğalgaz/kömür faturası
Türkiye’de harcanan toplam enerjinin yüzde 26’sı binaları ısıtmak için kullanılıyor. Elektrik faturası kadar doğalgaz veya kömür faturası da can yakıyor. Faturaları azaltmak için alabileceğiniz ilk önlem eve bir termometre almak. Daha sonra da üzerinize bir hırka alıp evin ısısını 20 hatta 19 dereceye düşürmek. Unutmayın ev içi sıcaklığı bir derece düşürürseniz doğalgaz faturanızı yüzde 6 oranında azaltırsınız.

  • Bina yalıtımı ısınma faturalarını azaltan en önemli etkenlerden biri. Yalıtım maliyetli bir iş ve mutlaka işi bilen birileri tarafından yapılmalı. Eline yalıtım malzemesi alan herkese güvenmeyin. Camyünü ve taşyünü pahalı ama ilk tercih etmeniz gereken ürünler. Uygulama iyi yapılırsa eski binalarda bile yüzde 50’ye varan tasarruf sağlanabilir ve harcana para kısa sürede azalan faturalarla geri kazanılır. Bu işi bir kere yapacağınızı düşünerek, mesleki birliklere üye firmalarla çalışmanızı öneririm. Yalıtım sadece ısıyı içeride tutmaz, yazın da binanızı serin tutar. Klima gibi fantezilerden sizi korur.
  • Çift cam tasarrufun olmazsa olmazıdır. Değiştiremiyorsanız, çerçevelerdeki ısı kayıplarını önlemek için bakım yapmalısınız. Isı kaybının yüzde 20’si camlarda meydana gelir. Çift cama geçerseniz, bu kaybı yarı yarıya azaltabilirsiniz.
  • Radyatörlerin duvarı, oradan da sokağı ısıtmasına izin vermeyin. 5-10 TL’ye alabileceğiniz alüminyum folyo kaplı yalıtım levhalarını radyatör arkalarına yerleştirin. Radyatörlerin önüne eşya koymayın.
  • Evi havalandırırken, kombi ve sobanız yanmasın. Camları açıkken evi ısıtmayın.
  • Uzun süre boyunca evde olmayacaksınız kombinizi kapatın. Gün içinde evde yoksanız, iyice kısın.
  • Güneşli günlerde perdelerinizi kapalı tutmayın, güneş evinizi ısıtsın.
  • Yattığınız odalar çok sıcak olmak zorunda değil. Geceleri kaloriferleri/kombiyi kısabilirsiniz.
  • Balkonunuz varsa kışın çamaşırları orada kurutun.          
Tüm bu tedbirleri alırsanız ne kadar tasarruf edeceğinizi merak ettiğinizi biliyorum. Bu evden eve ve sizin tüketim alışkanlıklarınıza göre değiştiği için net bir rakam vermek yanıltıcı olur. 200 TL doğalgaz faturası ödeyen bir ailenin, evini 23 yerine 20 dereceye kadar ısıtırsa ayda yaklaşık 40 TL tasarruf edeceğini söyleyebiliriz. Yalıtım gibi ek tedbirlerle çok daha yüksek rakamlara ulaşabilirsiniz. Elektrik Mühendisleri Odası, yukarıda bir bölümüne değindiğim tasarruf tedbirlerini alırsanız elektrik faturanızı yarı yarıya azalabileceğini söylüyor.

Bizim evde ayda 35 TL elektrik faturası ve kışın en soğuk zamanında 200 TL doğalgaz faturası ödendiği için bu tedbirlerin işe yaradığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bundan sonrası size kalmış. Konforunuzdan biraz ödün verip, ucu Yırca’daki zeytinliklere kadar uzanacak anlamlı bir eyleme destek olabilirsiniz. Ne kadar az enerji tüketirsek o kadar az çevre sorunu yaşayacağız. Yapacaklarımız evimizle sınırlı değil. Enerji tüketiminin her alanda azaltılması ve enerji verimliliğinin yaygınlaştırılması gerekiyor ve bu alanlar içerisinde bizim yaşam alanlarımızın bulunduğunu da unutmamalıyız. Kendimizi değiştiremiyorsak başkasının değişmesini de istememeliyiz.  

Not: Bu yazı hazırlanırken Elektrik Mühendisleri Odası ve Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü’nün verilerinden yararlanılmıştır.
Dün dünyanın gözü "67P" adlı kuyruklu yıldıza yapılan tarihi yolculuktayken, Çin'in başkenti Pekin’de daha yakını, atmosferi ilgilendiren önemli bir karar alındı.

Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/13 Kasım 2014

İklim değişikliğini durdurma konusunda şu ana kadar çekingen davranan ABD ve Çin ilk kez birlikte sera gazı salımlarını azaltacaklarını taahhüt edip, tarih verdi.

Dünyanın atmosfere en fazla sera gazı salan iki ülkesinin kararı, önümüzdeki yıl Aralık ayında Paris'te yapılacak Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21. Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi umutsuzluğa kapılanlara moral verdi.

ABD, 2025'e kadar sera gazı salımlarını 2005'e göre yüzde 26 ile 28 oranında azaltmayı taahhüt etti. Daha önceki belirlediği hedef ise salımlarını 2020'ye dek yüzde 17 azaltmaktı.

Çin ise salımları 2030 yılından itibaren azaltacağını açıkladı ancak bir oran vermedi.

Ama tabii ki karbon salımlarının yüzde 45’inden sorumlu iki ülkenin birlikte yaptığı açıklama önemli.

Kamuoyunda bu hedeflerin yeterliliği tartışılsa da, sera gazı salımlarının bağlayıcı hedeflerle azaltılmasını şart koyan Kyoto Protokolü'nü imzalamayan ABD'nin ilk kez sorumluluk alması gözardı edilemez.

Pekin'in de sorumluluk alacağını açıklaması da bir dönüm noktası sayılır. Zira Çin 2005'te atmosfere en fazla sera gazı salan ülkeydi.

İklim değişikliği ile mücadelede artık sadece gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de sahnede.

ABD ve Çin'in kararının, özellikle onların tavrını bahane ederek müzakerelerden kaçan ülkeleri zorda bırakacağı kesin.

Türkiye'yi zor günler bekleyecek
Sera gaz salımları sırasında bu iki ülkeyi takip eden Avrupa Birliği (AB) de 2030'a dek salımları en az yüzde 40 azaltacak.

Bu durumu da düşünürsek, salımların yüzde 55'inden sorumlu ülkelerin ellerini taşın altına koyduğunu söyleyebiliriz.

Tüm bunlar, Paris'teki zirvede Kyoto'nun yerini alacak yeni bir küresel anlaşmanın imzalanması beklentileriyle örtüşüyor.

Paris'te bir sürpriz olmazsa, iklim değişikliği yeni bir anlaşmayla tekrar dünya gündeminin ilk sıralarına taşınacak.

Bugüne dek küresel bir anlaşma sağlanamayacağına umut bağlayıp, gerekli hazırlıkları yapmayan ülkeleri de zor günler bekleyecek. Türkiye de bunlardan biri.

Bağlayıcı hedef konmadı
Türkiye'nin sera gazı salımları 1990'dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttı. Ancak Ankara şu ana kadar kendisine bağlayıcı ve ölçülebilir bir hedef koymadı.

Kyoto Protokolü'ne yürürlüğe girdikten sonra imza atan ve hedef koymayan Türkiye’nin sürecin içinde yer aldığını düşünürsek, Paris'ten çıkacak yeni bir anlaşmanın dışında kalması zor.

Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanımının hızla artması, Türkiye'nin Ankara'nın işini zorlaştırıyor.

Türkiye'nin sera gazı salımlarının yüzde 70'den fazlasından enerji sektörü sorumlu.

Türkiye, Çin veya ABD kadar sera gazı salmasa da, kişi başına düşen emisyon miktarı (Yılda 5,9 ton) dünya ortalamasının üstünde. Üstelik artış hızı yavaşlamazsa, Paris'te imzalanması beklenen yeni anlaşmanın yürürlüğe gireceği 2020'de bu rakam 7 tonu geçecek.

2012'de 28 AB ülkesinde bir kişinin yıllık sera gazı salımı ortalama 8,9 tondu.

AB’nin indirim hedefleri nedeniyle bu rakam sürekli azalıyor ve 2020'de Türkiye'nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz.

Bu da Türkiye'nin en önemli bahanelerinden birinin daha geçerliliğini yitirmesi anlamına gelecek.

"Sonuç çıkmaz" stratejisi değersiz
Sadece gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de sera gazı salımlarını azaltmayı taahhüt ediyor.

23 Eylül’de New York’ta yapılan zirvede 2020'ye dek salımlarını emisyonlarını Endonezya yüzde 26, Malezya ise yüzde 40 oranında azaltmayı taahhüt etti. Bu oran Uruguay için ise 2030’a kadar yüzde 85.

Türkiye'nin şu ana kadar yürüttüğü, "İklim görüşmelerinden sonuç çıkmaz ve kimse bizim kapımızı çalmaz" stratejisinin artık bir değeri yok.

Acilen yeni ve gerçekçi bir eylem planı hazırlanmalı.

Kömürü zeytine yeğleyen bir enerji-çevre politikasının bu önemli sorumluluğun altından kalkıp kalkamayacağını hep birlikte göreceğiz.

Onlar hepimizin gözyaşları

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Kasım 2014

Soma’nın Yırca köyünde kesilen 6 bin civarındaki zeytin ağacı için ne yazsak boş. Hiçbiri Yırca Köyü Muhtarı Mustafa Akın’ın CNN Türk canlı yayınındaki gözyaşları kadar etkili olmayacak ama yazmak, hatırlatmak, sorgulamak ve Yırcalıların hakkını aramak zorundayız.


Ağlatılan da sadece Yırca köylüleri değil.
Danıştay’ın kararını beklemeden zeytin ağaçlarını keserek aslında bu ülkede hukuku ağlattılar.
Kararmayı bekleyen zeytini, ağacın dalına konan kuşu ağlattılar.
Zeytinlerine güvenerek gelecek yıl evde pişirecek aşı olacağını düşünen kadınları ağlattılar.
İş ve aş bulamayacakları için göç etmek zorunda kalacak çocukları ağlattılar.
Yokluk içinde vara şükreden köylüyü ağlattılar.

Birkaç yıl sonra, aynı Soma’da, Ermenek’te olduğu gibi, tarım toprakları işgal edildiği için can yoldaşlarını madenlere yollamak zorunda kalacak eşleri ağlatacaklar. Babalarını kömür ocağına veren çocukları, yer altında kuru ekmeği paylaştıkları işçi arkadaşını ve tüm Türkiye’yi ağlatacaklar.

40-50 yıl çalışacak, çalışırken de toprağı, havayı, iklimi karartacak bir termik santral için yüzlerce yıl hayatta kalan ve tüm yaşamı boyunca zeytin veren ağaçları feda etmekten çekinmediler. Daha zengin olmak için kömür madenlerinde, inşaatlarda onlarca işçinin hayatını riske atmaktan da çekinmeyecekler. Dur demek, doğrunun bu olmadığını anlatmak zorundayız. Televizyonlarda, gazetelerde her gün ağlayan insanlar görmek içinizi acıtmıyor mu? Mayıs’ta Soma’da madenci yakınları, Eylül’de İstanbul’da asansör kazasında ölen işçilerin yakınları, Ekim’de Ermenek’te yine madenci yakınları, Isparta’da tarım işçilerinin yakınları gözyaşlarıyla acılarını dindirmeye çalışıyordu. Liste uzayıp gidiyor. 

Yapılan ne basit bir ağaç kıyımı ne de zorunlu bir kalkınma hamlesi. Elektrik ve termik santral da bahane. Türkiye’nin elektrik talebi, ekonominin de yavaşlamasıyla umulduğu gibi artmıyor. TEİAŞ’ın 2012’de yaptığı en düşük tahminde elektrik talebinin her yıl en az yüzde 6,5 oranında artacağı söyleniyordu. 2012’de artış yüzde 5,1’de kaldı. 2013’te ise sadece yüzde 1,3 oldu. İşin garibi, aynı raporda artacağı beklenen talebi karşılanması için ülkedeki santrallerin kurulu gücünün 2014 sonunda 64 bin megavatı bulması gerektiği belirtiliyordu. Şu anda bu hedefin çok üzerindeyiz, 69 bine yaklaştık. Santral çok, talep yok. Türkiye’de elektrik açığı da yok. Buna rağmen santral yapımı hız kesmiyor.

Demem o ki, Soma’da Danıştay’ın kararı bile beklenmeden ağaç kesiliyorsa bilin ki bunun ülke menfaatiyle, elektrik talebiyle bir ilgisi yok. Zeytinler Kolin Şirketler Grubu’nun kâr hırsına kurban gitti. Talep önümüzdeki yıllarda beklenmedik bir şekilde artsa bile, o santralin üreteceği elektriği daha ucuza ve temize üretecek onlarca seçenek var. Türkiye’nin resmi belgelerde belirtilen elektrik tasarruf potansiyelinin yüzde 4’ü değerlendirilse o santrale gerek kalmaz. Yazın bunu bir kenara. Dengesizin biri çıkar da, “elektrik lazım, büyümemiz lazım” derse tek tek okursunuz.

Ağaçlar kesildi ama toprak orada. Şimdi, o topraklara yeniden fidan dikmeliyiz. Kömür tozunun, külün toprağı işgaline izin vermeden harekete geçmeliyiz. Zeytin ağacı beş, bilemedin 10 yılda ürün verir. O zamana kadar köylülerin ihtiyacını da, bu yasadışı kesime izin veren devlet karşılamalı. Para var, Cumhurbaşkanı’na yeni alınan uçağı satar köylülere maaş bağlarız. Olmadı, kaçak sarayın bin odasından yüzünü kiraya veririz. Milletin malı bu kara günler için var. Köylüsü, üreteni açıkta yatarken, “devletin büyüğü” zaten sarayda yatmaz. Ben umudumu kaybetmedim. Ne bu ülkeden, ne de AKP’ye oy veren dostların yüzünü bir gün saraya değil, o sarayı inşa eden emekçiye çevireceğinden.

Daha güçlü bir çevre hareketi için notlar-1

Özgür Gürbüz/4 Kasım 2014

Bugün Türkiye'nin dört bir yanında çevre mücadelesi veren onlarca grup var. Herkesin ağacına, kentine, deresine ve ormanına sahip çıkması sevindirici. Bu yerel, küçük eylemler çevre hareketinin yayılması, yeni insanların katılmasına da yol açıyorsa elbette ileride daha güçlü bir çevre/yeşil hareketten söz etmemiz mümkün. 

Artık biliyoruz ki Munzur'da ve Alakır'da verilen mücadeleler birbirinden farklı değil. Validebağ ile Edirne, Bergama ile Kazdağları, İstanbul ile Ankara aynı sorunlarla ve o sorunları yaratan aynı zihniyetle mücadele ediyor. Konuşulmamış, kağıda dökülmemiş bir birliktelikten bahsediyoruz. O halde, bu hareketlerin yerelde olduğu kadar merkezi politikaları değiştirme adına da güçlerini birleştirmeleri gerekir. Bu birleşmenin merkezinde bir siyasi parti de olabilir, bir platform da. Mevcut partilerin bunu yapamayacağını az çok hepimiz biliyoruz. Hem bileşenler hem de partiler tarafında, bir çatı altında birleşmede, çevre dışındaki konularda ortaklaşmada sorunlar var. O yüzden mutlaka bir siyasi parti formatına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum (olsa daha iyi ama...).

Çevre hareketinin bir politika birlikteliğine, aynı anda aynı sesi çıkartmasının gerekliliğine vurgu yapmak istiyorum. Farklılıkları ve renklerin keskinliğini de unutmuş değilim. Türkiye'deki grupların birbirine bir o kadar yakın ama bir o kadar da uzak durduğunu da biliyorum. Yine de ortak noktalar, ortak söylemler var. Birlikte büyük mitingler, şenlikler düzenleyebilriz. Tüm Türkiye'yi bir baştan bir başa dolaşabiliriz.

Demem o ki, çevre hareketi her zaman Gezi'yi hatırlamalı. Oradaki gücün, farklı çiçeklerin aynı şarkıyı aynı anda söylemesinden geldiğini unutmamalı.

Çocuklar koruda oynarsa

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Kasım 2014

Validebağ Korusu’nda kepçeler toprağı kazdıkça Soma’da zeytin ağaçları sökülecek. Soma’da zeytinler söküldükçe Ermenek’te, Elbistan’da ve Zonguldak’ta maden işçileri ocağa inecek. Hükümetin görmek ya da göstermek istemediği, birçoğumuzun da göremediği gerçek bu. Hepsi birbirine bağlı. Validebağ ne kadar direnirse, Karaman’da analar o kadar az ağlayacak. Soma’nın Yırca köyünde zeytin ağaçları termik santrale feda edilmezse, Ermenek’te babalar, “Gitti mi benim oğlan, saklamayın” diye gazetecilere sormak zorunda kalmayacak. Cinayet sadece madenlerde işlenmiyor. Şebekenin işbirlikçileri de kentlerde çalışıyor. Bir başka deyişle, İstanbul’daki cinayeti durduramazsak, Anadolu’daki şebekeyi de çökertemeyiz.

İstanbul’da tanıdığım iki küçük Mahir var. Biri Şişli’de oturuyor. Şişli’deki Mahir kalkar kalkmaz ışıkları açıyor. Oturduğu apartman dairesi binalarla çevirili olduğu için evin odaları güneş görmüyor. Mahir oynamak için sokağa da çıkamıyor. Ara sokaklara kadar her yer otomobil, top sektirecek boş bir alan yok. O yüzden bilgisayarı devamlı açık. Tüm oyunları ve arkadaşları orada. Babası spor yapsın, sağlıklı büyüsün diye paraya kıyıp onu yakındaki bir spor salonuna yazdırmış. Salona gitmek için ya arabaya ya da metroya biniyorlar. Salonda yüzme havuzu da var. Havuz suyu hep sıcak, elektrikle 24 saat ısıtılıyor. Mahir ne yapsa, enerji harcıyor. Ağaç görmek istiyor, annesi Mahir’e televizyonda belgesel kanalı açıyor. Mahir’in her adımında Yırca’da zeytinliklerden bir dal kopuyor. Termik santrale bir tuğla taşınıyor, santralde yakılacak kömürü çıkarmak için Ermenek’te bir işçi madene iniyor. Mahir’in hiç suçu yok, kimse ona sormamış, seçme hakkı vermemiş.

İstanbul’da tanıdığım diğer Mahir Üsküdar’da oturuyor. Mahir her sabah oyun oynamak için Validebağ Korusu’na gidiyor. Koşuyor, ağaçlara dokunuyor, zıplıyor arada bir de düşüyor ama yer toprak, hiçbir şey olmuyor. Kalkıp yeniden koşuyor. Tüm bu koşuşturma sonucu harcadığı tek enerji annesinin yaptığı yemeklerden aldığı kaloriler.

Mahirler, Zeynepler, Mehmetler ve Kübralar parkta oynadıkça, kent betona boğulmadıkça Yırca’daki zeytin ağaçları köklenmeyecek. Soma’da termik santral kurulmayacak ve maden ocaklarında dayıbaşı, “hadi” diye işçinin omuzuna vurmayacak. Çocuklar eğlenmek için enerji ve para değil zaman harcayacak. Ne bu kadar kömüre ihtiyaç olacak ne de yeraltında çalışan işçilere. Merkezinde enerjinin olduğu sistem yavaşladıkça, talep düştükçe enerji üretim yöntemleri de değişecek. Kömür imparatorluğunun yerini güneş uygarlığı alacak.

Tablet bilgisayarını evde bırakan çocuklar koruda eşitlenecek. Varsıl ve yoksul çocuklar aynı ağaçlara dokunacak. Hepsinin cebine eşit miktarda toprak kaçacak. Mutluluk ucuza gelecek. Birlikte oynayan çocuklar birbirlerini daha iyi anlayacak ve belki de birçok sosyal sorunumuzu da geride bırakacağız.

Çocuklar Koru’da oynarsa harcanan enerji, tüketilen eşya, yoktan var edilen ihtiyaçlar üzerinden para kazanma devri bitecek. Çocuklar birlik olacak, birbirini kollayacak. Validebağ’ı rantçılara vermeyecek. Hükümetin, işverenin sevdiği sendikaya girdi diye işten kovulan oyun arkadaşına sahip çıkacak. Koru’da çocuklar birlikte oynayabilirse bu kâbus bitecek. O yüzden Gezi’yi sevmediler ve yine o yine o yüzden Validebağ’dan korkuyorlar.

Bu yazıyı yazmam için bana ilham veren, Validebağ’da annesine, “Polisler ağaç sevmiyor mu” diye soran Mahir’i gözlerinden öpüyorum.

Dear Obama*

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ekim 2014

Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Umarım keyfin yerindedir. Bizim buralar bildiğin gibi. Bildiğin gibi diyorum çünkü buradakileri sık sık aradığını basından okuyup öğreniyoruz. Olan bitenden haberin vardır. Telefon açıp, düşüncelerini paylaşıyor, tavsiyelerde bulunuyormuşsun. Gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla işe de yarıyor bu aramaların. Bazen keskin dönüşlere neden olsa da, bizde bir dediğini iki etmiyorlar izlenimi oluştu. Sana yazma nedenim de bu. Rica etsem birkaç konuda bizimkilere bazı hatırlatmalarda bulunur musun? Biz de söylüyoruz ama biliyorsun, buralıyız, halkız, birçoğumuz da çapulcu. Bizleri pek sevmiyorlar anlayacağın. Paramız, pulumuz da yok ki sevdirelim, derneğe, cemaate bağış yapalım. Bir tek aklımız var ama onu da istemiyorlar. Halbuki ücretsiz verecektik. Uzun süre taşıyınca bu ülkede akıl da başa bela, o yüzden kiralamayı bile önerdik ama nafile…

Sözü uzatmayayım. Önce ivedilikle halledilmesi gereken bir mesele var. Üsküdar’daki Validebağ Korusu’nda ağaçlar kesiliyor, toprak betona hapsediliyor. Bu seferki bahane de cami. “Mahalleli yeterince camimiz var, bize yeşil alan lazım” dese de dinletemiyor. Cami isteyen kim o da belli değil. Daha iki gün önce oradaydım. Zabıtaların avukat ve eylemcileri dövdüğü yere gittim. Yol boyunca karşıma adım başı cami çıktı. Üsküdar zaten camileriyle meşhur. Bir de sel basan, denize kavuşan meydanı var ama orasını şimdi karıştırmayalım. Belediye başkanı o meseleleri konuşmak istemiyor. Şimdi senden ricam şu: Bizimkine söylesen de şu inattan vazgeçse. Seni dinlerler. Yalnız durum biraz acil. Telefonla olacak iş değil. Bir zahmet SMS atıver ya da ‘WhatsApp’tan yazıver. Olmadı çoluk çocuk sokağa ineceğiz. Borsa düşecek, sizinkilerin de yüklü yatırımları var. Şimdi onları da üzmeyelim.

Elime klavyeyi aldım ya, aklıma bir başka konu daha geldi. Şu koridor meselesi labirent oldu burada. Açıldı mı, açılacak mı belli değil. Açılsa kim geçecek, kaç kişi geçecek o da belli değil. Laf aramızda, koridor açılsa özelleştirilmesinden, milletle derdi olan bir müteahhide verilmesinden bile korkuyorum. Çok yazmayacaksa onun için bir telefon daha açsan diyorum, hani bizim çözemeyeceğimizden değil ama pratik olduğundan. Bunca yıllık dostluğumuza ver, bir de tavsiyem olacak. Silah yardımı konusunda paraşüt iyi fikir ama bizimkiler Kobani’dekiler terörist mi değil mi henüz karar veremediği için sorun oluyor. Salı, çarşamba, perşembe ve cumaları PYD’ye terörist diyorlar. Kalan günlerde müzakereler sürdüğü için ortalık sakin. Paraşütleri mümkünse o günlerde atın. Aslında öyle açıktan silah gönderdim demeseniz daha iyi olacak. Örneğin, insani yardım gönderdim deyin. Biz duygusal milletiz, içimiz acıdı mı gönlümüz de bollaşır. Hatta iyisi mi, ne göndereceksiniz sandıklarla değil, TIR’la gönderin. Bir Amerikan filminde görmüştüm, paraşütle kamyon falan atıyordunuz. Yine öyle yapın, kimse ne arar, ne sorar. Zaten TIR’ın içine girsen, görsen yazamazsın; medyaya yasak var. En iyisi bu. Bir de telefondan sonra basın açıklaması yaparsan, “Beyefendinin bize söylediği gibi” diye bitirmeyi unutma lütfen. Buralarda öylesi daha makbul.

Seni çok yordum ama bir ricam daha olacak. Bir de bizim mahallelinin talebi var. Acelesi yok diyorlar, beklemeye alışmışlar. O yüzden mektup bile yazabilirsin. Mahalleli demokrasi istiyor. Elçiye zeval olmaz. Ben de biliyorum çok şey istediklerini ama “Obama’yı kırmazlar, o derse olur” diye tutturdu buradaki çocuklar. Yalnız, “olmayacaksa bilelim, biz başımızın çaresine bakarız” da diyorlar. Kararlı gözüktüler, sen istemesen de memlekete demokrasi getirecekler sanki. Ben de söyledim, “Latin Amerika mı burası” dedim ama dinletemedim.

Az daha unutuyordum, atama bekleyen öğretmenler için de Milli Eğitim’e bir eposta atar mısın? Bilgi bölümüne Ahmet Bey’i eklemeyi de unutma lütfen. Michelle’e çok selam. Ülkecek çok seviyoruz kendisini.

*Sevgili Obama

Çivisi çakılmadan nükleere zam geldi

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ekim 2014

Kimse farkında değil ama ‘ucuz’ olacağı iddia edilen Akkuyu’daki nükleer santralin üreteceği elektriğe yüzde 48 oranında zam geldi. Hem de daha bir çivi bile çakılmadan. Olmayan nükleer santralin, üretmediği elektrik nasıl olur da zamlanır diye sormayın. Burası, ‘Yeni Türkiye’, burada tüm mucizelere yer var.

Türkiye, Mersin’de nükleer santral yapılması için 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu ile bir anlaşma imzaladı. Cebimizde, kurulması düşünülen dört nükleer reaktöre verilecek en az 20 milyar dolar olmadığı için Rusya’ya başka bir formül önerildi. “Santrali kendi sermayenle yap, sonra bize ürettiğin elektriği sat” dendi. Rusya da üreteceği elektriğe alım garantisi istedi. Türkiye, 15 yıl boyunca, ilk iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu Nükleer A.Ş.’den satın almayı taahhüt etti. Fiyatı da belli, kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Ruslar cepten harcayacak ama yatırdıkları parayı daha sonra elektrik satarak fazlasıyla geri alacak. Kıyamet de burada kopacak. Anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu. 17 Ekim itibariyle 1 doların karşılığı 2,25 TL’yi buldu. Olur da nükleer santral projesi gerçekleşirse, Rusya bize elektriği dört yıl önce imzaladığı anlaşmadaki fiyatın bir buçuk katı fazlasına satacak. O da, dolar bu fiyatta kalırsa. Dolar arttıkça zararımız daha da büyüyecek. Bugün inşaata başlansa ilk reaktör en erken 2020’de bitirilebilir. Zararı ya da zammı varın siz hesaplayın. Sinop’ta da durum farklı değil. Oradaki fiyat da kilovatsaat başına 11,8 dolar sent.

Türkiye’nin zararı sadece doların TL karşısında değer kazanmasıyla sınırlı değil. Yaptığımız ihracatın büyük bölümü Avrupa’ya. Gelirimiz avro ama başta petrol ve doğalgaz olmak üzere giderlerimiz çoğunlukla dolar üzerinden. Avronun dolar karşısında değer kaybetmesi işimizi daha da zorlaştırıyor.   
Alım garantisi nükleere has değil, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına da alım garantisi veriliyor diyebilirsiniz. Arada iki fark var. ‘Normal koşullarda’ yenilenebilir kaynaklara verilen alım garantisinin amacı serbest piyasada eşitliği sağlamak. Tüm dünyada bu mekanizma, temiz enerji kaynaklarının (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) kirleten kaynaklara (kömür, doğalgaz ve nükleer) karşı eşit şartlarda rekabet edebilmesi için uygulanıyor. Kirletmemek için yaptıkları yatırımın karşılığı, alım garantisi verilerek bir anlamda yatırım desteğine dönüştürülüyor. Türkiye’de ise kirleten bir kaynağa teşvik veriliyor. Kaldı ki, tüm temiz enerji santralları bu garantiden faydalanmıyor. Birçoğu, ürettiklerini piyasaya satıyor, alım garantisine başvurmuyor.

İkinci fark ise alım garantisinin süresi ve miktarı. Yasaya göre rüzgar, jeotermal ve hidroelektriğe verilen alım garantisi 10 yıl. Nükleere ise 15 yıl. Üretilen elektrik miktarları da kıyaslanamaz. Şirket, Akkuyu santrali yapılırsa yılda 35 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini söylüyor. Türkiye’nin 245 milyar kilovatsaat elektrik tükettiğini düşünürsek, alım garantisi verilen miktar tüketimin 10’da biri. Hükümet acilen, tekelcilik, fiyat kontrolünün bir şirketinin eline geçmesi ve dolardaki artışla elektrik fiyatlarının nasıl artacağı konuları üzerine çalışsa iyi olur. Rusya’dan dolarla fiyatlandırılmış doğalgaz almak yerine yine dolarla fiyatlandırılmış elektrik almak neyi değiştirecek? Hiçbir şeyi. 

Santral yapılırsa ihtiyacımız olmasa bile bu elektriği almak ya da bedelini ödemek zorundayız. Doğalgazda yıllar önce yaptığımız hatayı tekrar etmenin ne anlamı var? Rusya’nın doğalgazına muhtaç kalmamak adına, Rusya’nın Türkiye’de nükleer santral kurmasına izin verdiğimiz, nev-i şahsına münhasır ‘enerjide bağımsızlık’ projesi bizi sadece çevre ve dışa bağımlılık açısından değil ekonomik açıdan da zorlayacak.

Füzyon reaktörüne değil adil bir dünyaya ihtiyacımız var

Lockheed Martin firmasının kamyona sığacak büyüklükteki bir füzyon nükleer reaktörünü 10 yıl içinde ticari bir ürün haline getirebileceğini açıklaması üzerine bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Hem kafa karışıklığını azaltmak, hem de şu ‘enerji açlığımıza’ bir çare bulmak amacıyla…

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2014

Öncelikle füzyon ve fisyon reaktörlerini birbirinden ayıralım. Dünyada çalışan ve elektrik üreten nükleer reaktörlerin hepsi fisyon reaktörü. En basit tabiriyle açıklarsak, atomun parçalanması sonucu ortaya çıkan ısıdan yararlanarak elektrik üreten bu santrallere dünya yabancı değil. Yabancı değil ancak memnun da değil. Nükleer silah üretimiyle başlayan ve ucuz elektrikle devam etmesi beklenen bu 60 yıllık macera geride, nükleer kazalar (3 Mil Adası, Çernobil ve Fukuşima), nükleer silahlar ve binlerce yıl radyasyon yayan tonlarca radyoaktif atık bıraktı, bırakmaya da devam ediyor. Bu yüzden de daha iyisini bulma çabaları hiç rafa kaldırılmadı. Füzyon ise fisyonun tam tersine, atom çekirdeklerinin yüksek ısıda kaynaştırmayı, bu sayede adeta bir yapay güneş elde ederek büyük bir enerji üretmeyi amaçlıyor. Ama bu da yeni bir çaba değil, neredeyse atomu parçalayarak elektrik üretme fikri kadar eski.

ITER projesinde kullanılacak Tokomak makinesi. Kaynak: ITER
Füzyon reaktörÜ çalışmaları
Lockheed Martin’in füzyon reaktörü üzerinde çalıştığı ve bunu bir kamyona sığdırabileceği habere gündeme düşene kadar bilinen en önemli füzyon girişimi, kısaca ITER denilen Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü projesiydi. Projeyi Avrupa Birliği, ABD, Japonya ve Sovyetler Birliği başlatmıştı. Yanlış duymadınız, proje başladığında Sovyetler Birliği dağılmamıştı. Füzyon reaktörü hayalinin ne kadar uzun bir geçmişe sahip olduğunu hesaplamak için bu bilgiyi kullanabilirsiniz. Projeye daha sonra Çin, Güney Kore ve Hindistan da katıldı. Lockheed’in planladığı reaktörün 5 katı, 500 megavat (MW) gücünde olması beklenen ITER’in 2027’de tamamlanması bekleniyor. Lockheed ise 10 yıl sonrasını işaret ediyor. Yılların hayalini gerçekleştirme konusunda iddialılar. Medyayı da ‘kamyona sığan nükleer’ sloganıyla tavladılar. Küçük nükleer reaktör kavramı aslında çok yeni değil; önemli de değil. Burada dikkat edilmesi gereken nokta taşınabilir olması. Rusya’nın da yüzer nükleer santral çalışmaları sürüyor ama çok daha büyükler. Lockheed’in asıl amacının elektrik talebi çok olan araç ve donanımın hizmetine, taşınabilir bir enerji kaynağı götürmek olduğu ortada. Kentler ve fabrikalar ayaklanmadığına, bu yüzden de hareket eden bir santrale ihtiyaç duymadıklarına göre yine askeri bir amaçtan bahsediyoruz. Firma da bunu gizlemiyor aslında.

Füzyon reaksiyonu
Görmeden kimse inanmaz
Askeri amacı şimdilik bir kenara koyalım. Reaktörün boyutunu küçültmeleri reaksiyonu kontrol etmelerini kolaylaştırabilir ama sonuçta ‘küçük bir güneşi’ kontrol etmekten bahsettiğimizi unutmayalım. Döteryum ve trityum izotoplarının 150 milyon derecenin üstünde bir ısıya maruz kalmasından ve sıcak plazma oluşturmalarından. Bu reaksiyonu kontrol etmeniz lazım. İşin en zor tarafı da bu. Teoride daha basit olan fisyon reaksiyonlarında neler yaşandığını biliyoruz. Füzyonu kontrol edebileceğini iddia etmek ise bunun çok ötesinde bir teknoloji gerektiriyor. Bunun için de yaratılacak manyetik alana güveniliyor. Bu manyetik alanın plazmayı reaktör çeperinden uzak tutması gerekiyor. Kimse reaktörün gerçekten ve uzun süreli kontrol edildiğini görmeden Lockheed Martin’e inanmaz.

Füzyon reaktörü tek başına çalışamaz
Füzyonu gerçekleştirmek için çok yüksek ısıya ihtiyaç duyulduğunu söylemiştik. Bunu sağlamak için bir başka enerji kaynağı gerekecek. ITER’de 500 MW’lık reaktörü faal hale getirmek için 50 MW’lık bir güç gerektiği belirtiliyor. 50 verip, 500 alıyorsunuz. Yoktan enerji var etmiyorsunuz. Bunu da unutmamalı.

Maliyet yüksek
Yeni teknolojilerde maliyet hep yüksek olur. Lockheed maliyet konusuna hiç değinmedi. ITER projesi hakkında daha fazla bilgimiz var. 10 yıllık inşa süresince gereken miktarın 13 milyar avro olduğu söyleniyor. 2001’deki tahminde 5 milyar avrodan bahsediliyordu ama iş ciddiye bindikçe maliyet de artmaya başladı. Daha da artarsa kimse şaşırmaz. Aynı güçte bir gaz santralinin maliyetinin 32 kat daha ucuz olduğunu düşünürseniz füzyon reaktörlerin gidecek çok fazla yolu olduğunu görebilirsiniz.

Nükleer atık
Füzyon reaktörlerden nükleer atık çıkmadığı bilgisi doğru değil. Reaktörün kendisi yüksek radyoaktiviteye sahip bir atık haline geliyor. Bu atığın ömrü, fisyon reaktörlerinden çıkan atıklara göre (örneğin 244 bin yıl radyoaktif kalan Plütonyum-239) daha kısa ve az miktarda. Yine de bu yüksek seviyeli atığın kömür külündeki radyasyon seviyesine gelmesi için 300 yıl gerektiği unutulmamalı. Füzyonu savunanlar bunu dert edinmiyor. Atıkları 300 yıl kontrol edecek teknolojimiz var diyorlar. 60 yıllık bir tecrübeye rağmen. Sonuçta ne 300 yıl az bir süre ne de radyasyonun azı yararlı.

Silah tehlikesi
Füzyon teknolojisi de aynı fisyon gibi nükleer silahlarda kullanılabiliyor. Hatta onları daha hafif ve küçük yapabildiği için riski de arttırıyor. Hidrojen veya termonükleer silahlar füzyonla tetiklenen fisyon reaksiyonlarının sonucu. Hollanda merkezli sivil toplum örgütü WISE, birkaç gram trityumun, birkaç kilogram plütonyumu çok etkili bir nükleer bombaya çevirebileceğine dikkat çekiyor. (http://www.wiseinternational.org/node/2976) Hafiflik ve küçüklük nedeniyle de teröristlerin ilgisini çekebileceğinden bahsediyor. Bu da işin bir başka boyutu.

Asıl sorun kapitalizm
Kaynak: cleantechica.com
Bu füzyon tutkusunun ardında yatan en büyük sorun ise kapitalizm. İşsiz kalan nükleer endüstrinin füzyonla üniversitedeki bölümlerinin kapanmasını önleme gayreti, devlet bütçesinden araştırmalara fon alma niyeti elbette var ama enerji sorunu denen yapay sorunun ardında koskoca bir sistem yatıyor. Füzyon araştırmalarını tanıtırken, Lockheed’in de yaptığı gibi, dünyanın enerji sorununu çözecek bir buluş vurgusu, sınırsız enerji kaynağının bulunacağının söylenmesi aslında başlı başına sorunun kendisi. Dünyadaki yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyeli tüm enerji ihtiyacımızı karşılayabilir. Sadece güneş, her yıl dünyanın tüm enerji tüketiminin 1000 katını üretiyor ama biz bu potansiyelin çok azını kullanabiliyoruz. Tek sorun bu da değil. Mevcut enerjinin adil bir şekilde dağıtılmamış olmasından ve gerçek talepleri karşılamak üzere kullanılmamasından kaynaklanıyor. Almanya’da kişi başına düşen elektrik tüketimi 6700 kilovatsaatken, Kanada’da 16 bin, ABD’de 12 bin kilovatsaati geçiyor. Gelişmişlik seviyesi açısından değerlendirirsek, kim çıkıp Almanya’nın veya benzer ortalamaya sahip AB ülkelerinin Kanada veya ABD’den daha az gelişmiş olduğunu iddia edebilir? 

Sorun açıkça görüldüğü gibi enerjiyi bilinçsizce tüketmekten kaynaklanıyor. Bunun yanı sıra savaş sanayine harcanan enerjinin, lüks ve aşırı tüketimi özendiren hayat tarzının yani kapitalizmin de terk edilmesi gerekiyor. Füzyon peşinde koşmanın asıl nedeni de bu; tüketim toplumunun ve o sayede elde edilen iktidarların elde tutulmak istenmesi. Kapitalizm, kaynak sorununun enerjiyle sınırlı olmadığını görmek istemiyor. Otomobil üretmeniz için gereken tek girdi enerji değil. Çelikten plastiğe onlarca farklı hammaddeye daha ihtiyaç var. Enerji sorununu çözmek, doğadaki kaynakların daha fazla sömürülmesine yol açacak. Sınırlı kaynaklar için savaşlar çıkacak. Bunun yaratacağı ve şimdiden görmeye başladığımız ekolojik krizle ilgilenmeyen bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Büyük şirketler, kâr edilebildikleri sürece, yok olan doğa ve yaşamı birer maliyet kalemi saymaya devam edecekler. Daha çok enerji de daha çok yıkım anlamına gelecek. Füzyonla enerji sorununu çözebilirsiniz ama daha büyük ekolojik sorunlara da kapıyı açmış olabilirsiniz. Bilimsel araştırmalara hiç karşı olmadım ama adil bir dünyanın temellerini atmanın füzyon reaktörünü bulmaktan önce geldiğine inanıyorum.

Son söz. Enerji sorununu çözmek için asıl yapılması gereken enerji tüketimini azaltmak. Dünyada herkese yetecek kadar enerji var ama herkesin keyfine yetecek kadar yok[1].



[1] Mahatma Gandi’nin “Dünya herkesin ihtiyacına yeter ancak herkesin hırsına yetmez” sözüne atfen.