Kuzey Ormanları parselleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Mart 2015

Ankara’nın ‘parsel parsel’ satıldığını Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç açıkladı. Bilmiyor muyduk? Biliyorduk elbette. Tapelerde, hasıraltı edilen yolsuzluk kayıtlarında bunlar yok muydu? Vardı. Eskiden bu ‘satış’ hikayelerini gizlice yapılan dinlemelerden, sızdırılan belge ve fotoğraflardan öğreniyorduk. AKP’ye gönül vermiş dostlar ise inkar ediyordu. Olan bitenler sanki bir komploymuş gibi, içinden ‘faiz lobisi’, ‘dış mihrak’, ‘Kabataş’, ‘Cami’de içki’ ve hatta ‘telekinezi’ geçen öyküler yazıp, ele geçirdikleri medya aracılığıyla halka o masalları anlatıyorlardı.    

Parselleyerek satış işini şimdi Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’tan dinledik. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’na, “Gökçek bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Zengin işadamlarına okul yaptırmıştır. Yurt yerleri sağlamıştır” dedi. Bence bu da montaj. Bülent’le Arınç’ı almışlar, montajlayıp Bülent Arınç yapmışlar. Yakında Hükümet Sözcüsü’nün söylediklerine de basın yasağı getirirlerse şaşırmayın. Önümüz seçim. İçimizde ne kadar ‘dış mihrak’ var göreceğiz. Vatansever olduğunu iddia edenler, başkenti parsel parsel satanlara mı oy verecek yoksa bu satış işleminin durdurmak için canı pahasına sokağa çıkıp, “hırsız var” diyenlere mi? Bize yıllardır vatanseverlik, ahlak ve dürüstlük nutukları atanların gerçek yüzü bu seçimde ortaya çıkacak. Kul hakkı yemek bu Haziran’da sandıkta oylanacak.  

***
Parselleyerek satış işi sadece Ankara’ya has değil. Kuzey Ormanları Savunması’nın (KOS) İstanbul’da yapılmak istenen 3. Havalimanı’yla ilgili hazırladığı rapor çok değerli bilgiler içeriyor. KOS, “3. Havalimanı için neden 7 bin 650 hektarlık bir alan kapatılıyor” diye soruyor. Dünyanın en yoğun havalimanı Atlanta 95 milyon yolcu kapasiteli ve bin 650 hektarlık bir alana kurulmuş. 150 milyon yolcu kapasitesi olması istenen 3. Havalimanı içinse neredeyse 5 kat büyük bir alan ayrılmış. KOS, yapılmak istenenin aslında bölgeye yeni bir kentleşme alanı açmak olduğunu söylüyor. Gelsin parseller…

Raporda, 2009 yılında istifa eden THY eski Yönetim Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin ve TAV Havalimanları Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın’ın geçmiş demeçlerine de yer verilmiş. Karlıtekin, Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanlarına ikişer milyar dolarlık yatırımla iki yeni pist yapılarak 120 milyonun üzerindeki yıllık yolcu talebinin karşılanabileceğini söylüyor. 3. Havalimanı’nın kaynak israfı olduğunu belirtiyor. Hamdi Akın da Atatürk Havalimanı’nın kapasitesinin 100-120 milyona çıkarılabileceğini vurgulamış. Eldeki iki havalimanı sorunu rahatlıkla çözebilecekken, İstanbul’un nefes almasını sağlayan, yegane yeşil alanı, Kuzey Ormanları’nı parsellemenin ne anlamı var? Havalimanı buz dağının görünen yüzü sadece.

***
Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi TV reklamlarına başladı. Yüzde 100 yabancı sermayeye ait santralı, milli formayla ve milli enerji sloganlarıyla halka sevdirmeye çalışıyorlar. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) bu yanıltıcı reklamın yayından kaldırılması için haklı olarak Reklam Kurulu’na başvurdu. Bazı yazarlar da çıkmış EMO’yu demokratik olmamakla eleştiriyor. Ben şimdi bir şişe siyanürü bal gibi gösteren reklam yapsam, o reklam yayınlanır mı? Dışardan getirdiğim ithal otomobili, ‘milli otomobil’ diye satsam diğer otomobil üreticileri ne der? Tüketiciyi yanıltan, yanlış bilgi veren reklam tabi ki yasaklanır. Nükleeri savunmak için ‘demokrasi havarisi’ kesilenlere duyurulur.

***
4 Nisan Cumartesi günü Birleşik Haziran Hareketi’nin Merzifon’da düzenlediği “Çeltek’ten Termiğe” adlı panele katılıyorum. Soma Holding’in Amasya’da kurmak istediği termik santralın tartışılacağı panel Bahçeli Kültür Sarayı’nda saat 13.00’te.

Nükleer santrallerin gerekçesi kalmadı


Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/28 Mart 2015

Türkiye’nin Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallere ihtiyacı kalmadı. Ben söylemiyorum, TEİAŞ öyle söylüyor. Azalan elektrik talebi Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen ve kurulu gücü 10 bin megavatı bulan iki nükleer santrali de gereksiz kıldı.

Türkiye’de nükleer santral kurulması için Rusya ile 2011 yılında uluslararası anlaşma yapıldı.  Aynı yıl TEİAŞ tarafından yapılan elektrik talep projeksiyonu, ilk reaktörün devreye gireceği 2020 yılında en düşük elektrik talebinin 398 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını tahmin ediyordu. Hükümet bu abartılı talep senaryosunu gerekçe göstererek nükleer santral işine girdi. Yine aynı yıl, Rusya ile Türkiye arasında nükleer santral kurmak üzere anlaşma yapıldı. Sonuçta umulan olmadı. Türkiye'nin elektrik talebi hiç de öyle düşünüldüğü gibi artmadı. Öyle ki, TEİAŞ 2014 yılında açıkladığı yeni projeksiyonda, 2020 için talep tahminini 333 milyar kWs'e düşürdü. Yani, Türkiye'nin 2020 yılındaki elektrik ihtiyacı yaklaşık 65 milyar kWs azaldı. Bu rakam Akkuyu'nun yıllık üretiminin (35 milyar kWs) iki katı! Bırakın Akkuyu'yu, Sinop'ta yapılacak eş güçteki nükleer santrale de gerek kalmadı. Türkiye'de ekonomi yavaşladı, tüketime dayalı modelin yarattığı, üretimden çok israfa giden elektrik artışı da birkaç yıl önce tarih oldu. Yılda yüzde 7’lere yaklaşması beklenen talep artışının abartılmış olduğunu defalarca yazdık. TEİAŞ yeni projeksiyonunda bu oranları (hâlâ yüksek olsa da) yüzde 5’lere çekti. Zaman bizi haklı çıkardı.

TEİAŞ Kapasite Projeksiyonu 2011
2014 yılında yine TEİAŞ’ın yaptığı talep projeksiyonunda aynı yıl (2020) için beklenen elektrik talebini aşağıda görüyorsunuz. Üç yıl arayla yapılan tahminler arasında 65 milyar kWs gibi devasa bir fark var. Türkiye’nin 2014 yılındaki elektrik talebinin (251 milyar kWs) dörtte birine denk düşen bir tahmin hatasından bahsediyoruz. Bu hata ve hükümetin nükleer enerjideki anlamsız ısrarı bizleri iki nükleer santral projesiyle başbaşa bıraktı. Sırada bekleyen doğalgaz, HES ve kömür santrallerini saymıyorum.

TEİAŞ Kapasite Projeksiyonu 2014
Akkuyu’daki proje gecikiyor. Bunun bir nedeni Rusya’nın yaşadığı mali kriz. Projenin ilk yatırım finansmanı 25 milyar doları buluyor ve hepsi Rus devlet şirketi Rosatom tarafından karşılanacak. Santralin mülkiyeti de onlarda kalacak. Rusya’nın kasasında para yok. O yüzden çok acele ettiklerini sanmıyorum ama santral geciktikçe Türkiye’nin projeden vazgeçme riski de artıyor.
Türkiye, Rusya'ya üretilecek elektriği 15 yıl boyunca satın alma garantisi verdiği için şimdi kara kara düşünüyor olmalı. Satın alacağı elektriği talep olmayınca kime satacak? Üstelik Rusya'ya verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu. Çivisi çakılmayan nükleerin üreteceği elektriğe sadece kur farkından yüzde 70 zam geldi! Piyasadaki elektrik fiyatının üstünde ve dolar arttıkça nükleer daha da pahalılaşıyor. Türkiye gecikmeyi bahane ederek anlaşmadan vazgeçerse, bilmeden girdiği bu nükleer bataklıktan ve abartılı talep senaryolarının kendisini düşürdüğü tuzaktan bir anda kurtulabilir. Sinop anlaşması zaten Meclis’ten geçmedi, bu bir şans.

Akkuyu Nükleer A.Ş. bu riskin farkında olmalı. Televizyonlarda gösterdiği reklam filmi, hükümet üzerinde seçim öncesi baskı yaratmayı amaçlıyor gibi. Sanki, “Buyrun size propaganda malzemesi, bizi yolda bırakmayın” diyor. Çivisi çakılmamış santral açılmış gibi reklam filmi çekmişler. Bu film kamuoyu yoklamalarında yüzde 70’leri bulan nükleer karşıtlarının aklını çelemez. Aksine daha fazla kişiyi nükleer maceradan haberdar etti, kızdırdı. Olmayan elektrik talebi de cabası. 

Her yer terörist her yer gerilla

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Mart 2015

BirGün gazetesinden
Tokat’ın Zile ilçesinde HES istemeyen köylüler şirketi protesto etmek istemiş, jandarmanın gazı ve plastik mermileriyle karşılaşmıştı. Ardından Adalet ve Kalkınma Partisi Zile Belediye Başkanı Lütfi Vidinel sahneye çıktı. “Zile halkı terörizme asla geçit vermeyecektir. Yaptıklarının hesabını vereceklerdir” diye gürledi. İki binden fazla doğa dostunu terörist ilan etti. Belediye Başkanı Vidinel’in demeci alanında ilk değil. Hükümet kanadından, şirket patronlarından zaman zaman benzer çıkışlar geliyor. Hakkını arayan işçiyi, tacizi kınayan kadını, ağacını kollayan çevreciyi terörist, dış mihrak görüyor bu zihniyet. Onlar için Türkiye’de yaşamak zulüm olmalı. Bugün ben de ‘o kafayla’ Türkiye’ye bakmaya çalıştım. Öyle bakınca, memlekette her yer terörist, her yer gerilla!

Sabah gazeteyi açıyorsun, naylon çadırda yanarak ölen işçi arkadaşlarının hakkını arayan işçiler görüyorsun. Madenci tekmeleyerek görevini yapan kamu görevlisinden şikayetçi olanları okuyorsun. Gazeteler utanmadan o işçi, gazeteci kılıklı ‘teröristlerin’ fotoğraflarını basmış. Yediğin peynir ekmek boğazından gitmiyor. Memleket kimlere kalmış!

Alıyorsun çocuğunu okula götürüyorsun. Bir bakıyorsun sınıflar bomboş. ‘Çocuk teröristler’ okullardaki eğitim laik değil diye boykot kararı almış. Damarlarında ‘terör’ kanı dolaşan bazı öğretmenler de onlara katılmış. Halbuki o gün, zorunlu din dersinde Alevi, dinsiz, Hristiyan demeden topluca namaz kılınacaktı. İnandığın tanrı Türkçe dua okusan anlamazmış gibi, Arapça dualardan en az ikisi ezberletilecekti. Vakit kalırsa bilimin insanı nasıl zehirlediği anlatılacaktı. Nasıl da baltalıyor teröristler eğitimi?

Kan ter içinde kalıyorsun, başın dönüyor. Soluğu hastanede alıyorsun. Hükümet sağ olsun her yer özel hastane. Giriyorsun bir tanesine, girer girmez kredi kartından katkı payını kesiyorlar. Temassız! Sen doktoru görmeden, hastane senin banka hesabını görüyor. Tansiyon diye girdiğin yerden tomografiyle çıkıyorsun. İçin rahat değil, bir de devlette baktırayım diyorsun ama hastanede manzara korkunç. ‘Terörist doktorlar’ greve çıkmış hasta bakmıyor. Neymiş, ‘çalışma koşulları düzeltilecekmiş, beş dakikada bir hasta bakmayacaklarmış’. Simitçi bir dakikada kaç simit satıyor; haberin var mı doktor? Ne var beş dakikada bir hasta baksan? Terörist bunlar hem de okumuş terörist!

Bu teröristler yüzünden insanın aklına memleketi terk etmek geliyor. Avrupa ve Amerika’ya gidilmez tabi. Bu teröristlerin kökü orası. Faiz Lobisi, Gezi Lobisi ne ararsan hepsi yine o ülkelerde. Ahlaksızlık desen diz boyu. Bir dost ülke bulmalı. Müslüman dışında kimsenin ahlakı tam olmayacağından o ülke aynı zamanda Müslümanlardan oluşmalı. Suriye, Irak ve Tunus olmaz. Orada ‘Müslüman aktivist’ IŞİD’çiler yüzünden durum biraz nahoş. Mısır ve Libya bizi istemez, İran gibi Şii ülkeler zaten bizi bozar. Suudi Arabistan ve Ürdün, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler desteği nedeniyle bize bozuk. Afrika’da dost var ama orada ticaret ve eğitim paralelcilerden soruluyor. Galiba en iyisi evde kalmak zaten hava da karardı. Tam eve gideceksin ama cadde kalabalıklaşıyor. Gecenin bir saatinde kadınlar sokağa çıkmış, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet; inadına isyan” diye bağırıyorlar. Yanlarında bir erkek bile yok. Bir ‘bayan teröristler’ eksikti memlekette. Onlar da geceleri kuşatmış!

Bayan teröristlerden kurtulup akşam eve kendini zor atıyorsun. Teröristlere  ‘tövbe ettirmek’ lazım. Kaba kuvvetle olacak iş değil, iman gücüne ihtiyaç var. Neyse ki dış mihrak teknolojisiyle yapılmış cep telefonun var. Açıyorsun interneti, giriyorsun Google’a. Çevrecisinden, feministine, işçisinden komünistine tüm teröristleri haklayacak bir kutsal söz, varsa ayet bakıyorsun. Sonra terör yuvası, gerillaların kutsal ansiklopedisi, sosyal medyaya giriyorsun yazıyorsun. “Ya Allah” diyerek basıyorsun ‘send’ tuşuna. Bakara makara, şu teröristleri memleketten kovala!

Hem eşitlik hem ekoloji

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Mart 2015

Dünyada 1 milyar 300 milyon insan elektriksiz yaşıyor. Barındıkları yerlerde düğmeye “çıt” diye basınca yanan bir ampul yok.

2 milyar 600 milyon insan temiz yemek pişirme olanaklarına sahip değil. Ocak yok. Tüp veya mutfak yok. Bulaşık makinası; hak getire...

748 milyon insan içme suyu ihtiyaçlarını ıslah edilmemiş kaynaklardan sağlıyor. Barındıkları yerlerde musluk yok. Çoğunun tüm günü su getirmeye gitmekle ve buldukları suyu eve taşımakla geçiyor.

1 milyar insan açık tuvaletler kullanıyor. Gelişen bölgelerde yaşayan insanların üçte biri gecekondu mahallelerinde yaşıyor.

Bunları, elbette halimize şükredelim diye yazmıyorum. Türkiye’de ekoloji alanında mücadele ederken ister istemez yerel sorunlara odaklanıyoruz. Termik santral değil zeytin diyoruz. Altın madeni değil su diyoruz. Mermer ocağı değil orman diyoruz. Mücadele alanları farklı görünse de talepler ortak sayılır. İnsanın temel ihtiyaçları karşılanmazsa altının, elektriğin ve mermerin bir değeri yok. Su bulamayan biri elektrik peşinde koşmaz. Evinde elektriği olmayan altın bilezik takmaz. Ekoloji mücadelesi temelde bir yaşam mücadelesi. Bu yüzden kaybedilemez, kazanılmak zorundadır. Doğru ama yeterli değil.

Ekoloji mücadelesi aynı zamanda eşitlikçi olmalı. Dünyada herkese yetecek su var ama eşit paylaşılmıyor. Doğayı geri dönülemez bir şekilde tahrip etmeden elektrik üretmek ve tüm dünyaya iletmek mümkün ama birileri hakkından fazla tüketmek istiyor. Gezegenin biyolojik kapasitesi bu nedenle yetersiz kalıyor. Her yıl 1,5 dünyanın üreteceği enerjiyi, gıdayı tüketiyoruz. Ekolojik kriz dediğimiz de, basitçe söylersek işte bu. Üstelik, ‘Kuzey’deki mutlu azınlık hak ettiğinden fazla tüketirken, ‘Güney’de yaşayanlar temel ihtiyaçlara erişim için uğraşıyor. Afrika’da 800 milyon kişinin tükettiği elektriği New York’ta 17 milyon kişi tüketiyor. Herkesin çamaşır kurutma makinasına yetecek elektrik yok ama herkesi gece aydınlatacak kadar elektrik var.

Yeşil politikanın zorluğu burada. Sadece doğruyu (nükleer yerine güneş, GDO yerine organik, büyük kent yerine küçük kent, otomobil yerine bisiklet gibi) önermek yetmiyor, eşit paylaşımı da savunmak ve bunu gezegenin tümü için istemek gerekiyor. “ABD veya Avrupa seragazı emisyonlarını azaltsın, iklim değişikliğine yol açmasın ama Türkiye de üzerine düşeni yapsın” demeliyiz.

Dünyanın herkese iki televizyon verecek kaynağı yoksa iki televizyonu olandan birini alıp olmayana verecek bir düzeni kurmalıyız. Bu otoriter bir yapıyla gerçekleşemez çünkü her otoriter irade bir gün yoldan çıkar. Gücü kendisi için kullanır. Arzuladığımız değişim kolektif bir irade, herkesin herkesi denetlediği şeffaf bir yönetim gerektiriyor. Bencilliğin, rekabetin birliktelikle yok edildiği bir sürece ihtiyaç var. Yalnız yaşamın övüldüğü günümüz toplumunda bireyi ‘üstün’ hale getiren ev, araba, pahalı cep telefonu gibi maddi nesneler birlikte üretilen değerlerle önemsiz hale getirilebilir. Kimsenin birbiriyle konuşmadığı bir çayevinde en hızlı cep telefonuna sahip olmak bir üstünlük göstergesi gibi görülebilir. Çayevindekiler sohbet etmeye başladığında, bir koro kurup şarkı söylediğinde veya yürüyüşe geçtiğinde satın alınmış ürünlerin kattığı değer en aza iner. Değişim zor, ben de ‘yalnızlık hastasıyım’ ama iyileşmek zorundayız. Komşularımızın kapısını çalmaya, isim-şehir oynamaya ve paylaşmaya yeniden başlamalıyız. Tıpkı 2013 Haziran’ında olduğu gibi.

***
İstanbul Tabip Odası’nın Basında Sağlık Ödülleri dün verildi. Radyo dalında ödüle, 2013 sonunda Yaşar Kanbur dostum ile birlikte hazırlayıp sunmaya başladığımız “Çimlere Basmayın” programı layık görüldü. Tabip Odası’na, Yön Radyo dinleyicilerine ve programı bu yıl daha da zenginleştiren Filiz Yavuz ve Onur Akgül’e teşekkür ederim.

Basında Sağlık Ödülü 2015

İstanbul Tabip Odası tarafından her yıl verilen Basında Sağlık ödülünü bu yıl radyo dalında Yaşar
Kanbur ile birlikte hazırladığımız Çimlere Basmayın adlı programla layık görüldük. İkinci kez bu ödülü almaktan onur duyduğumu belirtir, İstanbul Tabip Odası'na teşekkür ederim. Ödülümü Dr. Nazmi Agan'ın elinden aldım.

Yön Radyo'da yayımlanan radyo programımızı kolektif bir ruhla hazırlıyoruz. Bizden sonraki dönemde programı Filiz Yavuz ve Onur Erem hazırlıyor ve sunuyor.

Nükleer elektrik değil yalan üretir

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mart 2015

Angra Nükleer Santrali, Brezilya-Foto: O. Gurbuz
11 Mart, tarihin en büyük nükleer kazalarından Fukuşima’nın yıldönümü. Kazanın üstünden dört yıl geçti. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan topraklarda yaşayanlar evlerine dönemedi. Japonya’da şu anda çalışan nükleer santral yok. Nükleer sızıntı durdurulamadı. İki hafta önce gazetelerde radyoaktif sızıntının sürdüğü haberleri vardı. Newsweek dergisinin 25 Şubat tarihli haberinin başlığı şöyleydi: “Fukuşima’daki sızıntı Mayıs ayından beri var ama TEPCO kimseye söylemedi”. Görmek isteyene nükleer belanın ne olduğunu anlatan bir başlık. Bugün Fukuşima veya Çernobil’de gördükleriniz gerçeğin sadece bir kısmı. Nükleer santrali kusursuz işletmek istiyorsanız iyi mühendislere değil, bolca yalana ve sır saklayacak bir hükümete ihtiyacınız var. Bu yüzden nükleer endüstri Türkiye’yi iyi bir ‘pazar’ kabul ediyor.

Yalan, nükleer enerjiyi savunanların sıkça başvurduğu bir araç. Sovyetler Birliği Çernobil’den sonra kazayı kendi vatandaşlarından bile gizlemişti. Ölü sayısı hep saklandı. Nükleer enerjinin lokomotifi diye gösterilen Fransa’da hükümetin sektöre verdiği sübvansiyon miktarı bir muamma. İngiltere’de, Sellafield’te meydana gelen nükleer kazanın ciddiyeti yıllar sonra anlaşıldı. Daha da korkuncu, İngiliz hükümetinin santralde çalışan işçiler üzerinde yaptığı deneylerin 2007 yılında ortaya çıkmasıydı. Nükleer tesislerde çalışmış işçilerin aileleri, akrabalarının ölümlerinden sonra vücutlarından parçalar, organlar alındığını ve bir dizi teste tabi tutulduğunu yıllar sonra öğrendi. 1962 ile 1992 yılları arasında İngiltere’de, nükleer sahalarda çalışan 76 işçinin organları, doku örnekleri ailelerine bile haber verilmeden incelenmişti. Çernobil sonrası Türkiye’deki yetkililer de, radyasyonlu çayları bize içirmiş, halka doğruların söylenmemesi için de bilim insanlarına baskı uygulamıştı. Tüm dünyada böyle onlarca örnek var…

Şeffaf, halkın bilgi isteğine, bağımsız kuruluşların denetimine açık bir nükleer santralin bugünkü piyasa koşullarında rekabet şansı yok. Sızıntılara ceza kestiğinizde, kazaların sorumluluğunu halka değil şirketlere yüklediğinizde hiçbir firma yeni nükleer reaktör kurmaya teşebbüs bile etmez. Bu yüzden dünyadaki nükleer santraller yaşlanıyor. Yaşlanan santrallerin yerine yenileri yapılmıyor. Bu yüzden yeni nükleer reaktörler Rusya, BAE, Çin ve Pakistan gibi ülkelerde alıcı buluyor. Nükleere verilen gizli destekler, rüşvetler, pazarlıklar açıklansa halk gerçeği görecek. O nedenle nükleer meseleler Türkiye’de olduğu gibi kapalı kapılar ardında hallediliyor. Bugün nükleeri savunanların televizyonlarda karşımıza çıkamayışı, gazetecilerin, bu işlere bulaşmış patronlarının korkusuyla nükleer meseleyi gündeme getiremeyişi bu yüzden.

İstisnalar yok değil. Filiz Yavuz’un, “Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın” başlıklı kitabı bunlardan biri. Türkiye’de nükleer santral kurma mücadelesine tanıklık eden kitap, Çernobil’den günümüze, nükleer meseleye bulaşmış tüm tarafları buluşturuyor. Radyasyonlu çaylarla ilgili gerçekleri, nükleer silah tutkusunu, Sinop ve Mersin’in kaygılarını derli toplu bir şekilde okuyabiliyorsunuz. Kitapta nükleeri savunan hükümetin ciddiye almadığı önemli bir unsur var; insanlar. Belki de yazarının kadın olmasındandır. Nükleer enerjiye baktığında bir ticari anlaşmadan fazlasını görenler. Bırakacağı radyoaktif atıkları düşünen, kanser yapacağı yakınları için endişelenen insanlar.

BirGün’ün yeşil sayfaları için de hatırı sayılır bir emek harcayan Filiz Yavuz’un kitabı iki açıdan önemli. İlki, nükleer enerji konusunu tüm taraflarla konuşup, bize tarihi bir belge bırakması. İkincisi, konuyu halkın katılımı, kaza riski ve atıklar yönünden ele alarak, şirketlerin ve hükümetin gözünden değil halkın gözünden anlatmayı başarması. Nükleer lobinin birçok gazete ve internet sitesine sızarak propaganda yaptığı şu günlerde, Yavuz’un kitabı nükleer enerjiyi anlamak için hepimize iyi bir fırsat sunuyor.

Nükleer santral demokrasi sevmez

Mersin-Akkuyu, nükleer santral yapılmak istenen koy.
Özgür Gürbüz/3 Mart 2015

Bugün nükleer santral yapılan ülkelerin çoğunda demokrasiyle ilgili sorunlar var. Bu bir rastlantı değil. Şeffaflığın olmadığı, halkın katılımının aranmadığı ve hatta serbest piyasanın olmadığı ya da nükleer santraller için özel ekonomik koşulların yaratıldığı ülkelerde nükleer santral yapmak daha kolay. Bu iddiamı destekleyecek en yeni gelişmelerden biri Macaristan'da yaşandı. Macaristan hükümeti, iki yeni nükleer reaktörün yapımı için Rusya Federasyonu ile anlaştı. Şimdi de, yeni bir yasayla Rusya ile yapılan nükleer anlaşmayı 30 yıl boyunca gizleme kararı aldı. Böylece, 14 milyar dolarlık bu anlaşmanın ayrıntılarını Macar halkı 30 yıl boyunca öğrenemeyecek. Anlaşmanın detayları açıklandığında bugünkü hükümetten belki de kimse hayatta olmayacak. Ne gizlediklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. Nükleer enerji bugün ekonomik ve sosyal gerekçelerle savunulabilecek bir elektrik üretim yöntemi değil.

Hatırlamakta fayda var. Mersin'de kurulmak istenen nükleer santralle ilgili açılan ihalenin Danıştay'ca yürütmesi durdurulmuştu. Bunun üzerine ihaleyi tümden iptal eden Adalet ve Kalkınma Partisi, bir daha ihale yapmadan aynı Macaristan'da olduğu gibi Rusya Federasyonu ile pazarlık yaparak bir uluslararası anlaşma imzalamıştı. Nükleer santral yapım işinin bir uluslararası anlaşma çerçevesine alınmasının nedeni Anayasa Mahkemesi'ne götürülmemesiydi. (Detaylı bilgi için Serkan Köybaşı'nın makalesini okuyabilirsiniz ( http://goo.gl/jrWwF2 ). Böylece, Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmesinin önüne geçildi ve yurttaşların en demokratik haklarından biri ellerinden alındı.

Benzerliği görüyorsunuz değil mi?

Yozgat’ın başı uranyum madeniyle dertte

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Mart 2015

Türkiye ve Yozgat bir büyük sorunla daha karşı karşıya. Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Temrezli köyünün bulunduğu bölgede uranyum madeni açılması için çalışmalar hızlandı. Avustralyalı ‘Anatolia Energy’ adlı şirket, yaptığı ön araştırmalarda maden sahasını ‘çok kârlı’ buldu. Çevresel Etki Değerlendirmesi raporu onay alırsa maden hayata geçecek. Aynı Bergama’da olduğu gibi bu projede Temrezli’yle sınırlı kalmayacak. Yozgat-Şefaatli’den başlayarak İç Anadolu’daki diğer uranyum sahalarında da kazılar başlayacak ve çıkarılan uranyum işlenmek üzere Temrezli’deki merkeze gönderilecek. 

Uranyum madenciliği en belalı madencilik türlerinden biri. Madencilik çalışmaları sonucunda yüksek seviyede radyoaktif atık ortaya çıkıyor. Çalışan işçilerin sağlığı da ciddi risklerle karşı karşıya kalacak. Uranyum toprağın altında kaldıkça nispeten zararsız bir madendir. Çünkü tonlarca kaya içerisinde az miktarda saf uranyum bulunur. Kayda değer miktarda uranyum elde etmek için deyim yerindeyse ‘toprağı yerle bir etmeniz’ gerekir. Uranyum nükleer santrallerin yegâne yakıtı. Sadece bir nükleer reaktörün yıllık yakıtını üretmek için yaklaşık 500 bin ton kaya atığı çıkarırsınız. Çıkarılan cevherin değirmenlerde öğütülmesi gerekir. Bu aşamada da 100 bin tona yakın atık daha çıkar. Uranyumun nükleer santrallerde kullanılması için gazlaştırılması da gerekir. Bu aşamada da ciddi katı ve sıvı atık ortaya çıkar. Özetle söylersek, 25-30 tonluk nükleer yakıt için Yozgat’taki arazileri altüst etmeniz, dev çukurlar açmanız gerekir. Bu yakıt da nükleer santralin bir reaktörüne sadece bir yıl yeter. Geride bırakılan atık ise yüzlerce yıl radyoaktif kalır. Uranyum madenciliğinin katı atıklarındaki radyasyon miktarı, kömürün uçucu külüne göre 3 bin kat daha fazladır.

Uranyum madenciliği işçiler için de ciddi riskler içeriyor. Şirketin civardaki köylüleri iş vaadiyle ikna etmeye çalıştığı biliniyor. Köylüler ise bir uranyum madeninde çalışmanın başlarına ne belalar açacağını bilmiyor. Uranyum bulunan toprak ve kayaların çıkarılması sırasında işçiler uranyum parçacıklarına maruz kalır. Daha da tehlikelisi, maden faaliyetleri sonucu ortaya çıkan ve kansere yol açan radon gazıdır. İşçiler uranyum parçacıkları gibi bu gaza da maruz kalır. Radon gazına maruz kalınırsa yüksek olasılıkla akciğer kanserine yakalanılır.

Adında ‘Anadolu’ ismini taşıyan Avustralyalı şirket, yurt dışında medyaya verdiği demecinde, Temrezli’deki madenin çok kârlı bir yatırım olduğuna vurgu yapıyor. 12 yıl çalışacak madenin 11 ay sonra kâra geçeceğini söylüyor. Şirket Türkiye’de kamuoyunu ikna etmek için çıkarılan uranyumun Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santrallerin yakıtı olacağı imasında da bulunacaktır. Böyle bir şey yok. Ortada nükleer santral olmadığı gibi Türkiye’de çıkarılan uranyumu yakıta çevirecek ne bir tesis ne de teknoloji var. Böyle bir tesis kurulması veya teknoloji yatırımı yapılması da mantıklı değil çünkü Türkiye’deki uranyum rezervi az. Toplam rezerv 9 bin ton civarında. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın da belirttiği gibi kurulması düşünülen 8 nükleer reaktörün ikisine ancak yeter. Kaldı ki, kurulmak istenen Rus ve Fransız yapımı nükleer reaktörlerin her biri için ayrı tür yakıt çubukları hazırlamak gerek. Her reaktör farklı yakıt ister. Ruslar ve Fransızlar santral yakıtını üretecek tesislere zaten sahip. Yeterli uranyumu olmayan Türkiye’de böyle bir yatırımı yapmazlar. Özetlersek, Türkiye’den çıkarılan uranyumun sadece onu uluslararası piyasada satacak firmaya faydası var.

Kömür ve altın madenlerinde yaşananları gördükten sonra Türkiye’de uranyum madenciliğine yeşil ışık yakmak intihar etmekten farksız. Yozgat ve Ankara’daki yetkililer umarım bu uyarılarımı değerlendirir.

***
Bu Cumartesi (7 Mart 2015) İstanbul Tabip Odası, Kadıköy Bürosu’nda, “Nükleer Tehlikeye Karşı Güncel Stratejiler” başlıklı panelde konuşmacıyım.