IPCC etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
IPCC etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Son Uyarı

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Mart 2023

İklim krizinin bilimsel gerçekliğini araştıran ve yapılması gerekenleri sıralayan en önemli kurumdan son bir uyarı daha geldi. Önce iyi haberi verelim. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutma şansımız hâlâ var diyor. Kötü haber ise zamanımızın giderek azaldığı. Seragazı emisyonlarını 2030 yılında, 2019 seviyesinin yüzde 43 altına çekmeliyiz. Seragazlarını nereyse yarı yarıya azaltmak için önümüzde yedi yıl kaldı.

Yedi yılda böylesine bir azaltım yapabilirsek de iş bitmeyecek. Emisyonları azaltmaya devam etmeliyiz. 2035’te yüzde 60, 2040’ta yüzde 69 ve 2050’de yüzde 84’lük azaltım hedeflerine ulaşmamız gerekiyor. İklimin doktoru olsa şöyle derdi: “Üç fosilden; petrolden, kömürden ve gazdan uzak duracaksın. Yoksa o bildiğin havaları bir daha göremezsin”.

Doktorların uyarıları malumunuz hastaneden çıkınca unutulur. Dünyadaki insanların durumu da buna benziyor. İklim konferanslarında, iklim raporlarında doktoru karşısında görünce hasta olduğunu hatırlıyor. Muayene bitince yeniden gaza basıyor. 2010 ila 2019 arasında net seragazı emisyonlarının yüzde 12 oranında artması, bahsettiğim davranış bozukluğumuzun özeti gibi.

Ortalama yüzey sıcaklığındaki artış 1,1 dereceye ulaştı. Varsayalım emisyonları çok hızlı bir şekilde azalttık. Bu durumda bile sıcaklık artışının Paris Anlaşması’nın öncelikli hedefi olan 1,5 derecenin üzerine çıkıp gerilemesi mümkün. Sonuç iyi olsa da bir süre 1,5 derecenin üzerinde kalmak bile bazıları kalıcı olmak üzere ciddi sorunlar doğuracak. Suların yükseldiği kıyı kesimlerde, dağlar ve buzullarda geri döndürülemeyecek hasarlar oluşabilir. 1,5 derecenin üzerinde kaldığımız geçici süre boyunca, bizi de yakından etkileyen orman yangınları ve kuraklık afetlerinin sayısı ve şiddetinin artması bekleniyor. Özetle, emisyonları azaltmak bir zorunluluk, gecikilen her dakikanın faturası ise büyük.

IPCC’nin Sentez Raporu, işin yapılabilirlik kısmına da değiniyor. Hangi yöntemlerin emisyon azaltımında düşük maliyetle çok fayda sağladığına baktığımızda enerjide güneş ve rüzgarı açık ara önde görüyoruz. Ulaşımda toplu taşıma ve bisiklet, maliyeti net olmasa da elektrikli araçlar ile yakıtı verimli kullanan araçlar listenin en başında. Maliyeti daha yüksek olmasına rağmen alanlarında emisyon azaltım potansiyeli olan diğer çözümler arasında ise enerjiyi verimli kullanan binaları, doğal alanların korunmasını, ekosistemlerin onarılmasını, tarımda karbon gömme yöntemlerini ve sanayide yakıt değişimi ile enerji verimliliğini sayabiliriz.

Fosil yakıtlardan kurtulmanın ötesinde, değişmesi gereken bir yaşamdan bahsediyoruz. IPCC raporları hükümetlerin onayından geçse de ‘bekleyen tehlikeyi ve ne yapılması’ gerektiğini söyleyen çalışmalar, ‘hangi adımların atılması gerektiğini’ siyasetçilere bırakıyor. İş de aslında burada düğümleniyor.

Hükümetler, ellerinde insan etkisiyle iklimin değiştiğini gösteren bu kadar net raporlar olmasına ve sorumluları bilmelerine rağmen çözümü uygulayamıyor çünkü şirketlerin çıkarları, politika yapıcılar üzerindeki etkileri kapitalizmde adeta sınırsız. Sorunu yaratan ve çözümü sunan araçlar hep aynı kişilerin ellerinde. Değişim olması gerektiği zamanda değil, onların istediği zamanda oluyor. Kamunun zayıflamasıyla, üretim araçlarıyla birlikte karar alma mekanizmaları da şirketlerin eline geçti. Medyanın büyük bir bölümü yine bu şirketlerin finansmanıyla ayakta kalıyor. O yüzden de onların istediklerini söylüyor. Yedi yıl içinde küresel emisyonları azaltacak değişimi bu sistem içerisinde yaratmak mümkün değil.

Dünyadaki canlıların hayatını çok zorlaştıracak iki derece hedefi bile kapitalizmin sınırları içerisinde yakalanamaz. Yurttaşları sel sularında can verirken özel şirketlerin kömür santrallarına “he” demek zorunda bırakılan hükümetlerden daha güçlüsüne ihtiyacımız var. Toplu taşımayı ‘bir tercih’, enerji verimli binaları ‘lüks’ olmaktan çıkaracak yeni bir dünya düzeni için kolları sıvamalıyız. Kapitalizm, bilim insanlarının bu son uyarısını kahve zincirlerindeki bardakların geri dönüşümüne eşitlemeden, gerçek çözüm yollarını uygulayacak siyasi değişimi hayata geçirmeliyiz. Hangisi zor? Sel sularıyla boğuşmak mı yoksa sistemi değiştirmek mi? Sorunun yanıtı sizin tercihiniz olacak.

İklim için kırmızı alarm

İklim krizini durdurmak için zaman azalıyor.

Özgür Gürbüz/Magma-Mayıs 2022

Elektrikli otobüsler, led ampuller, enerjiyi verimli kullanan motorlar, akıllı ev aletleri, ısı pompaları,
hidrojenle çalışan trenler, güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla üretilen elektrik, daha fazla bisiklet yolu, büyük bataryalar, enerji sıfır binalar… Liste uzun ama her geçen gün bu kavramları ve teknolojileri daha sık duyacağız. Enerjide elektriğin önemi artacak ve elektrik üretimi de iklim krizine neden olan petrol, kömür ve doğalgazdan yenilenebilir enerji kaynaklarına kayacak. Bilim insanları bir kapasite sorunu görmüyor. Küresel enerji tüketimi 2019 yılında 65 petawattsaatti. Günümüzün teknolojisiyle sadece güneşten üretilebilecek enerjinin karşılığı ise 5800 petawatsaat[1].

İç rahatlatıcı değil mi? Evet ama sorunu çözmek bu kadar basit değil. Bu üretim için binlerce panel, türbin ve nadir elementler dahil birçok maddeye ihtiyacımız olacağı doğru. Onların üretimi de doğaya zarar verecek. O zaman daha makul bir yol haritası çizip hasarı en aza indirmeye çalışalım. Daha az tükettiğimiz, daha az çalıştığımız, içinde bulunduğumuz endüstriyel toplumu yavaşlattığımız ama “gerçek ihtiyaçlarımızı” karşılamada da sorun yaşamadığımız yeni bir dünya düzeni kurmak zorundayız. Verimlilik artışı kaynak kullanımını azaltabilir. Yavaşlayan ekonomi, yeniden kullanım oranlarını yükseltebilir. Temel ihtiyaçlar dışındaki ürünleri az tüketmenin mutsuz olmak anlamına gelmediğini aslında biliyoruz. Kimse cep telefonu icat edilmeden önce “neden cep telefonum yok” diye üzülmüyordu. Markalarla veya nicelikle yaratılan üstünlükler zihinsel devrimlerle yıkılabilir. Endüstriyel toplumdan çıkmak ise kolay değil; çoğunluğun böyle bir talebi olduğu bile şüpheli. Sorun değil; sürdürülebilir bir yaşam modelini bu endüstriyel toplumu dönüştürerek de hayata geçirebiliriz. İdare eder.

İyi de bu kadar “zahmete” neden katlanacağız diye soruyorsunuzdur. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” adlı raporunu Şubat sonunda yayımladı. İklim krizi konusunda bilimsel verileri derleyen IPCC, abartısız bir dille bir kez daha kırmızı alarm veriyor. 1,1 dereceyi bulan ortalama yüzey sıcaklığındaki artış durdurulamazsa kuraklık, sıcak hava dalgaları ve su baskınları nedeniyle milyonlarca insanın gıda güvenliği ve geçinme sorunu yaşayacağını söylüyor. Afrika’da mahsul verimliliğinin 1961’den bu yana üçte bir oranında azaldığını unutmayalım.  

Yoksulluk ve ölüm
Raporun dikkat çektiği önemli bir nokta da hızla seragazı emisyonları azaltılsa bile önümüzdeki 10 yıl içinde 32 ile 132 milyon arasında insanın iklim nedeniyle aşırı yoksullaşacağı bulgusu. Çözüm adil de olmak zorunda. Paris Anlaşması’nın da ilk hedefi olan 1,5 derecelik ısı artışı, kısa bir süre için aşılsa bile, tüm canlıların yaşamını olumsuz yönde etkileyecek. Açık sözlü olmak gerekirse, sıcaklık artışını azaltmaya çalışırken bir yandan da aşırı hava olayları gibi iklim krizi kaynaklı sorunlara uyum sağlamaya çalışacağımız bir döneme girdik. Hiçbir şey yapmamanın bedeli ise anlatılamayacak kadar ağır. IPCC, emisyonların yüksek seyrettiği bir senaryoda, 2030 yılında su baskınları nedeniyle ortaya çıkacak ishal vakalarının 15 yaşından küçük çocuklarda 48 bin ek ölüme neden olacağını söylüyor.

Akdeniz’i bekleyen tehlikeler
Rapora göre Akdeniz'de de iklim krizi, özellikle su ve gıda sıkıntısına yol açacak. Örneğin, Akdeniz’de kıyı balıkçılığı yapan balıkçılar, 1,5 derecelik bir sıcaklık artışında balık türlerinin yüzde 10’unu, 4 derecelik bir artışta ise yüzde 60’ını kaybedebilir. Seragazı emisyonlarıyla ilgili mevcut politika ve taahhütlerin dünyayı yaklaşık 2,3-2,7°C ısınmaya doğru götürdüğü yine aynı raporda yazıyor. Yine Akdeniz’de, deniz seviyesindeki yükselme tehditi kültürel mirasımızı da tehdit ediyor. Efes Antik Kenti, İstanbul’un tarihi bölgeleri bu listede yer alıyor. Sıcaklık artışı 2 °C’yi bulursa Güneydoğu Akdeniz’deki nüfusun yüzde 54’ü orta şiddette su kıtlığı yaşayacak.

1,5 derecelik bir artışta Avrupa’nın Akdeniz içinde kalan bölgesinde yanan alanların oranı yüzde 40-54 arasında artarken, 2 derecede bu oran yüzde 62-87’e çıkıyor. Ortalama sıcaklık artışı 3 dereceye çıkarsa, orman yangınları sonucu kaybedeceğimiz alanın büyüklüğü 1,5 dereceye göre 3 kat fazla olabilir. 2021’de iklim krizinin tetiklediği yangınlar Türkiye’nin Akdeniz kıyısını cehenneme çevirmişti, ne yazık ki daha kötüsü bizleri bekliyor. Su baskınlarıyla karşı karşıya kalacak küresel nüfusun oranı da yarım derecelik artışla yüzde 24’ten yüzde 30’a çıkıyor. Seragazı emisyonlarını azaltmak için atılan her adımın değeri büyük. 1,5 derecelik bir sıcaklık artışında nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan karasal türlerin oranı yüzde 14 iken, 2 derecede bu oran yüzde 18’e, 3 derecede ise yüzde 29’a çıkıyor.

İklim krizini durdurmazsak karşılaşacağımız yıkım büyük ama bu bizi korkutmamalı. Seragazı emisyonlarını azaltmak ve bugünkünden daha güzel bir dünya kurmak mümkün. Artık, buzulların nasıl eridiğine değil, erimeyi durdurmak için ne yaptığımıza odaklanma dönemindeyiz.



[1] Güneş ve rüzgar küresel enerji talebinin 100 katını karşılayabilir. https://carbontracker.org/solar-and-wind-can-meet-world-energy-demand-100-times-over-renewables/

Varsayalım iklim krizi yok

Türkiye ısınmanın en kuvvetli yaşandığı bölgede yer alıyor. Bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/8 Ağustos 2021

İnsanların, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla birlikte son 150 yılda
yürüttükleri “modern toplum” faaliyetleri iklimi krize soktu. Küresel ısınmaya neden olan seragazı emisyonlarından karbondioksiti hapsetme özelliğine sahip ormanlar tarım, hayvancılık ve yerleşim için talan edilirken, kentleşme, endüstriyel faaliyetler, ulaşım ve fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi atmosferdeki seragazı emisyonlarını tarihte hiç görülmediği kadar artırdı. Dünya 1,2 derece ısındı.

Dünyanın ısınmasıyla değişen iklimler aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini artırıyor. Yağışlar sertleşiyor, sıcak hava dalgaları uzuyor, hortumlar şiddetleniyor, orman yangınlarının sayısı artıyor. Bildiğimiz her şeyi unutma çağındayız. Felaketler eski felaketleri aratıyor. Kısaca yaşananı ve yaşayacaklarımızı böyle özetleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz yaz aylarından bir örnek vereyim. Ortalama yüzey sıcaklığındaki 1,2 dereceyi bulan artış 1,5 dereceyi geçerse, dünya nüfusunun yüzde 14’ü en geç beş yılda bir şu anda yaşadığımız benzeri sıcak hava dalgalarından birine maruz kalacak. İki dereceyi geçerse dünya nüfusunun yüzde 37’si aynı kaderi paylaşacak.

Türkiye kritik bölgede


Türkiye de ısınmanın en kuvvetli yalandığı bölgede yer alıyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 1,5 dereceyi bulduğunda Türkiye’de bu artış 2 dereceyi bulacak. Her sıcaklık artışını en çok hisseden bölgelerden birinde yaşıyoruz. Yazın bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün. Yaşanan benzer sıcak hava dalgalarının geçmişte, başta kronik rahatsızlığı olanlar ve yaşlıların hayatını alıp götürdüğünü biliyoruz. Kuraklıkların, su sorunun artacağını görebiliyoruz. 1,5 derecelik artışta bile, gıda tedariğinde kritik role sahip arı gibi birçok böceğin yüzde 6’sının yaşam alanlarını yarı yarıya daraltıyoruz. 2 derecede böceklerin yüzde 18’i bundan etkileniyor. Gıda üretiminin dar bir alana sıkışması hem gıda üretimini hem de insanların gıdaya erişimini zora sokacak.

Türkiye’de de orman yangınlarının sık sık bu şiddette tekrarlanacağını bilimin verileri ışığında tahmin edebiliyorduk. Bugün Türkiye’yi saran yangınlar tesadüf değil. Bu afetlere hazırlıksız olmamız iklim krizini bahane haline getirmez, onun olmadığı anlamına gelmez. Aksine, iklim krizinin bizi daha fazla etkileyeceği anlamına gelir. Sellerde, orman yangınında yaşanan da bu. Altyapı eksikliğini tartışabiliriz çünkü bu iklim krizinin sonuçlarını artırır ama yanlış sözcükler kullanarak, halka “iklim krizi yok” anlamına gelecek sözler söylersek bilimi inkar etmiş oluruz. Son günlerde bu konuda çok fazla hata yapıldığını gördüğüm için not düşmek istedim.

Krizden çıkış mümkün

Felaket listesi uzun ama artık zaman kendimizi korkutma zamanı değil. Bu krizden çıkmak için harekete geçme zamanı. Belki inanmayacaksınız ama hâlâ şansımız var. 2050 yılına kadar her alanda karbonsuzlaşarak 2 derecenin hatta 1,5 derecenin altında kalmak mümkün ama değişmek gerekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2050 için önerdiği ve adım adım yapılacakları gösteren bir net sıfır emisyonu var. Bu senaryo hâlâ soruna teknolojik çözümler bulmaya ve mevcut hayat tarzını korumaya çalışıyor. Yapılması gereken tam anlamıyla bu değil ama iklim krizini durdurduğumuz bir dünyayı hayal etmek adına gelin bu senaryoyu gözümüzde canlandıralım.

Yıl 2020. Tüm dünyada yeni petrol, kömür ve gaz sahalarının açılması durdurulmuş. Elektrikli otomobil satışı küresel satışın yüzde 5’ine ulaşmış. Yıl 2025. Gelişmiş ekonomilerde yapılan her yeni ev net sıfır emisyon standardında. Fosil yakıt tüketse de çatısındaki panelle, ısı pompasıyla saldığı emisyon miktarı kadar salınmasını da önlüyor. Bu tarihten itibaren binalar için fosil yakıtlı kazan satışı yasak, yani kombi almak mümkün değil. Yalıtım artacak, elektrikli ısınma öne çıkacak. Aynı yıl küresel elektrik üretiminin yüzde 20’si güneş ve rüzgardan sağlanacak.

Binalar emisyonsuz olacak

2025 yılında televizyonlar son kömür santralının inşaatının bittiğini yayınlayacak. 2030’da tüm dünyada yapılan yeni evler net sıfır emisyon standartına sahip olacak. Faturalara ne kadar zam geldi telaşı da aslında azalacak. Aynı yıl dünyada satılan otomobillerin yüzde 60’ı elektrikli olacak. Ağır sanayide geniş çaplı temiz teknoloji uygulamaları başlayacak, hidrojen enerjisi 850 gigavat kapasiteye ulaşacak (Türkiye’nin elektrik kurulu gücünün yaklaşık 9 katı). 2035’e geldik. Küresel fosil yakıt kullanımı 2020 seviyesinin yarısına düşecek, içten yanmalı motora sahip otomobil satışı olmayacak, muhtemelen trafik kaynaklı hava kirliliği de azalmaya başlayacak bu yıl. Kamyon ve benzeri araçların yarısı da elektrikli olacak ve soğutma sistemi benzeri ekipmanların sadece en yüksek verimlilikte olanları satılacak. Dandik klima dönemi bitiyor, yalıtımın binalarda artmasıyla klima ihtiyacı da azalacak.

Hidrojen ve elektrifikasyon çağı

2040 olduğunda her yerde hidrojen enerjisi görmek kimseyi şaşırtmayacak. Yeni eski demeden, mevcut binaların yarısı net sıfı emisyon standartına sahip yalıtıma kavuşacak. Petrol talebi 2020 seviyesinin yarısına düşecek. Son kömür santralı kapatılacak. Dünyada elektrik üretimi net sıfır emisyon seviyesine ulaşacak. 2045’te ısı pompaları binalardaki ısı ihtiyacının yarısını karşılar hale gelecek. 2050’de ise oturduğumuz binaların yüzde 85’i sıfır karbona hazır hale gelecek (muhtemelen TOKİ binaları hariç), elektriğin büyük bölümü rüzgar, güneş ve hidrojenden elde edilecek ve ağır sanayi üretiminin yüzde 90’ı düşük emisyonlu tesislerden oluşacak. Her yerde elektrik şarj istasyonları, dev akü sahaları görülecek. 10 milyara yakın insanın elektriğe erişimi olacak. Ulaşımda elektrikli araçlar, aydınlatmada LED ampul dışında bir şey görmeyeceksiniz. Trenlerin büyük bölümü de elektrikli olacak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yüzde 45’lere ulaşacak. Atmosfere bırakılan az miktardaki karbon da tutularak hapsedilecek. Bu da bizi net sıfır emisyona götürecek.

Siyaset teknolojiyi yönlendirmek zorunda


Uluslararası Enerji Ajansı’nın bu senaryosunun, özellikle zengin kuzey ülkelerinde yaşayan ve refahından vazgeçmek istemeyen insanları rahatsız etmeyeceği ortada. Teknoloji açısından tüm bu gelişmelerin yapılabilir olduğunu görmek de bir yere kadar anlamlı. Ancak, dünyanın kaynak sorunu, bu kaynakların adil bir şekilde dağılımı, teknolojiye erişimdeki eşitsizlikler veya senaryo içerisine boca edilen bolca nükleer santralın yaratacağı sorunlar böylesine teknik bir senaryoda görülemez. Biz buradan yola çıkarak başka bir dünya yaratma kabiliyetine sahip olduğumuzu görmeliyiz. Elektrikli araçların kullanıldığı ancak ağırlığın özel araçlara değil toplu taşımaya verildiği bir senaryo bize çok daha fazla elektrik tasarrufu yapma şansı verir. Çalışma günlerinin sayısını dörde çekmek hem sosyal refahı artırır hem de küresel enerji ve kaynak tüketimini azaltır. Lüksün sınırlandırılması, üretimin gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirilmesi de aynı amaca katkı sağlar. Siyaset bu alanlarda devreye girer ve başarılı olursa hem iklim krizini durdurur hem de yukarıdaki senaryoyu daha çevreci bir hale getirmiş olur. Dünyayı bu krizden kurtarmak mümkün ama sorunu yaratanlardan ve kaynağı kapitalizmden uzak, bir başka dünya yaratma umuduyla yola çıkan, teknolojiyi de gerçek refahı yaratmak için kullanan bir siyasi harekete hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

II. Bölüm: Varsayalım İklim Krizi yok


Hazır zihnimizi açmışken işe bir de iklim krizini inkar eden, yok sayan veya anlayamayanların tarafından bakalım. Varsayalım iklim krizi yok. İklim krizi çevrecilerin palavrası olsun. Sellerin şiddetlenmesi, kuraklığın uzaması, ormanların günlerce ve ülkenin her yerinde yanmasına da kader diyelim. Hayatımızı hiç değiştirmeyelim. Ne bulursak tüketelim. Petrol, kömür ve doğalgazı bitene kadar yakalım. Uçak bulduk mu atlayalım, otomobil bulduk mu gaza basalım. Otobüsle, bisikletle uğraşmayalım. Karbon ayak izi de başka bir palavra zaten. Alabilen kalmadı herhalde ama bulduğumuz sürece et yemeye devam edelim. Hayvancılık nedeniyle atmosfere daha fazla seragazı emisyonu bırakılıyormuş diyorlar; takmayalım. İklim krizi yok diyelim, keyfimize bakalım.

1,7 Dünya varmış gibi yaşıyoruz

Tüm bunların dünyaya bir faydası olacak mı? Hayır çünkü dünyanın insanların bu bitip tükenmez isteklerini karşılayacak gücü yok. Sudan gıdaya, demirden ağaca bildiğimiz tüm doğal varlıkların bir sınırı var. Gezegenin kendini yenileme kapasitesi sınırlı. Bu kapasitenin üzerinde tükettiğimiz için her yıl temiz su miktarı, ormanlar, temiz hava azalıyor. Bu yıl dünyanın bize bir yıl içinde sunabileceği bu varlıkları 29 Temmuz’da tükettik. Mavi gezegenden bir değil 1,7 tane varmış gibi yaşıyoruz. Geri kalan beş ay boyunca tüketeceklerimiz aslında bir önceki yıla ait rezervler. Gün gelecek gezegenin rezervleri boşalacak, borç alacak su, hava veya gıda kalmayacak. Yok saydığımız, görmezden geldiğimiz iklim krizi aslında bizi başka felaketlerden, çevre sorunlarından da korumaya çalışıyor. Belki de bir başka ve daha kanlı bir paylaşım savaşından.

Enerji ithalatından şikayetçiyiz ama fosil yakıtlardan vazgeçmiyoruz

Gelin dünyanın kalanını karıştırmayalım. Gezegende sadece Türkiye varmış gibi yapalım. Yok saydığımız, her felaketten sonra ilk kez duyuyormuş gibi yaptığımız iklim krizinden çıkmak için yapmamız gerekeni hatırlayalım. Petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek. Yine iklim krizinin olmadığını varsayalım. Hani şu yüzde 99’u ithal edilen doğalgazdan vazgeçmek. Yüzde 90’dan fazlası yine ithal edilen, tankerlerle taşınırken yüreğimizi kaldıran petrolden vazgeçmek. Yarısına yakını ithal edilen, yakıldığında hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına yol açan, hasta ettiği kişiler nedeniyle yılda 53 milyarı bulan sağlık harcamasına ve 5 bin erken ölüme yol açan kömürden vazgeçmek. Aklı başında biri bana bu üç beladan neden vazgeçemediğimizi söyleyebilir mi? İklim krizini yok saysak bile, hem ithalata ödediğimiz milyar dolarlık fatura hem de yarattıkları sağlık ve çevre sorunlarıyla hayatımızı kabusa çeviren kömür, doğalgaz ve petrolü neden bırakamıyoruz?

Nükleer ve kömür güneşten pahalı

Mesele elektrik üretmekse rüzgar, güneş doğalgazdan da, kömürden de daha ucuza elektrik üretiyor. Türkiye’deki son güneş enerjisi ihalelerinde, en düşük teklif kilovatsaat başına 2 dolar sente kadar geriledi. Kömür ve doğalgazda bu fiyatlara erişmek mümkün değil, nükleerde Akkuyu için verilenin fiyatın ise güneşten altı kat pahalı, 12,35 dolar sent olduğunu zaten biliyoruz. Elektriğe daha az para ödemek mi istemiyoruz, o yüzden mi iklim krizi yok diyoruz?

Daha az tüketerek de aynı işi yapmak mümkün. Almanya’nın ekonomisi büyümeye devam ediyor ama daha az enerji harcıyor. Ülkedeki birincil enerji tüketimi 1990 ila 2019 arasında yüzde 15 azaldı. Aynı dönemde ekonomi yüzde 53 büyüdü. Üretim yöntemlerini daha verimli kılmak mı bizi rahatsız ediyor, o yüzden mi iklim krizi başka ülkelerin sorunuymuş gibi davranıyoruz?

Çevreciler bizi kandırmışsa ne kaybederiz?

Diyelim ki biz iklim krizi olmamasına rağmen hataya düştük, fonlanmış çevreci ajanlar bizi kandırdı ve harekete geçtik. Yukarıdaki tedbirleri alarak kömürden, petrolden kaçtık. Hava kirliliği azalsın, ithal enerjiye ödediğimiz, zaman zaman 50 milyar dolarları bulan fatura azaldı. Madenlerde ölüm tehlikesiyle çalışan işçilere güneş paneli, rüzgar türbini fabrikalarında istihdam sağladık. Sınırlı kaynaklarla yaşadığımızı kabul ettik, herkesin otomobili olmadı ama binebileceği trenleri, otobüsleri oldu. Üretim süreçlerini ihtiyaca göre düzenledik, çalışma saatlerini düşürdük, haftada dört gün çalışmaya yılda bir ay tatil yapmaya başladık. Evlerimiz üst düzey yalıtım standartlarıyla inşa ettik, enerjimiz klimalara harcanmadı, faturalar düştü. Enerji kooperatifleri kurduk, çatılarımızdaki güneş panellerle üreten de tüketen de biz olduk. Aracı şirketlerle al ya da öde anlaşmaları yapmadık. Rusya’nın nükleer firmalarına değil yerli panel, türbin üreten firmalara destek verdik. Tarım, sanayi, kentleşme politikalarımızı hep iklim krizi varmış gibi belirledik. Yani, insanı boğan, yeşile hasret kentler yerine yeşili bol, toplu ulaşımı sağlam, alt yapısı afetlere dayanıklı kentler kurduk. Organik tarımla, doğal gübreyle hem seragazı emisyonlarını azalttık hem de sağlıklı ürün yetiştirdik. Sanayide geri dönüşüm ve yeniden kullanımı hammaddelerin verimli kullanılmasıyla birlikte öne çıkardık, fabrikaları yenilenebilir enerjiyle, hidrojenle çalıştırdık. Arıtma tesislerini ihmal etmedik, Ergene’yi Gediz’i yüzülür hale getirdik. Denizlerimiz müsilajsız, derelerimiz zehirsiz oldu. Ve tüm bunları biz iklim krizini durdurmak için yaptıktan sonra biri bize geldi ve “Ey eblehler, iklim krizi yok, yemiş sizi çevreciler” dedi. Kandırıldık diye üzülür müsünüz yoksa sevinir misiniz?

Değişimden kim korkuyor, kim istemiyor?
Türkiye bir petrol ülkesi mi ki korkuyoruz? Bize otomobil, kömür, doğalgaz, petrol satanlar; yalıtımsız binaları, verimsiz fabrikaları, zehirleyen tarlaları pazarlayanlar korksun iklim krizinin getireceği değişimden, biz niye korkuyoruz? Yoksa bizi yönetenler mi korkuyor bu değişimden? Beşi bir yerde şirketleri mi rahatsız, ormanları maden sahasına çevirecek olanlar mı, otoyol ve havalimanı ihalelerinde Deli Dumrul kesilenler mi? Yoksa biz, bizi yönetenlerle aynı gemide değil miyiz?

Gerçekle yüzleşmeye 12 yılımız kaldı

Özgür Gürbüz-BirGün/ 13 Aralık 2018

Polonya’nın Katoviçe kentinde deva eden iklim konferansında son iki güne girildi. 30 bine yakın katılımcıya 100 civarında bakan da eklendi. Herkes ne kadar kritik bir toplantıda olduğumuzdan bahsediyor ancak görüşmelerin istenilen hızda gitmediği ortada. BM İklim Değişikliği 24. Taraflar Konferansı’na başkanlık eden Michal Kurtyka, salı gecesi beklenmedik bir hamleyle, Paris Anlaşması Kurallar Kitabı’yla ilgili bir değerlendirme yapıp, Çarşamba sabahı yeni bir metinle müzakerelere devam edileceğini söyledi. Gelişen ve gelişmiş ülkelerden bir grup bakana da uzlaşma ve ortak metin için danışmanlık görevi verildi. Bu yazıyı yazdığım sırada öğle saatlerine gelmiştik ama yeni metni henüz gören yok. Gelecek elbet...

Görüşmeleri yavaşlatan noktaların finans, şeffaflık, seragazı azaltımı ve ülkelerin Paris’te verdikleri yetersiz taahhütlerin iyileştirilmesiyle ilgili olduğu biliniyor. Yani, neredeyse her başlıkta sorun var. Bu kadar fazla başlıkta uzlaşma olmaması her zaman kötü haber anlamına gelmez. Bu aslında iklim zirvelerinde sıkça karşılaştığımız bir durum. Son iki günde her şey hızlanabilir veya toplantı uzayabilir. Toplantının pazar gününe sarkabileceği bile söyleniyor. Elbette riskli bir durum bu. Son güne kadar uzlaşma sağlanamazsa genelde orta yol bulunmaya çalışılıyor ve bu “orta yol çözümleri” bbizi istenilen yere götürmekten uzak oluyor. Bizi iklim krizinin içine düşüren de hep bu oyalayıcı ama ileri götürmeyen sonuçlar oldu.

Gerçek şu ki, 12 yıl içierisinde seragazı emisyonlarının yüzde 45 oranında azaltmak zorundayız ve kaybedecek bir dakikamız bile yok. Kaybettiğimiz her gün ortalama sıcaklıktaki artışı bir adım daha ileriye götürüyor. Halihazırda dünya 150 yıl öncesine göre 1 derece daha sıcak. 12 yıl içinde hayatımızı kökten değiştirmez, petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtları kullanmaya devam edersek geri dönülemez noktaya varmış olacağız.

Nedir o geri dönülmez nokta? Bilim insanları dünyanın bildiğimiz dünya olması için ortalama sıcaklıktaki artışın 1,5 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. 2 derece ise politikacıların sevdiği hedef. Zararın neresinden dönersek kardır misali 2 derecenin altında kalınması hedefleniyor. Paris Anlaşması’nda verilen taahhütlere bakarsak gittiğimiz yer üç derece ve üzeri. Halbuki yarım derecenin bile milyonlarca canlının hayatı üzerinde büyük etkisi var. Canlı deyince sadece börtü böcekten bahsetmiyorum. İnsanların hayatı da tehlikede. Tehlike 100 yıl sonra değil; bugün.

Yarım derecelik farkı örnekle anlatalım. İngiltere Meteoroloji Ofisi ve Exeter Üniversitesi’nde görev yapan iklim bilimci Prof. Richard Betts, ortalama sıcaklıktaki artışın nehir taşkınlarına etkisini incelemş, dün burada, Katoviçe’de çalışmasını bizlerle paylaştı. Eğer sıcaklık artışını 1 derecede tutabilirsek her yıl nehirtaşkınlardan etkilenen insan sayısını 54 milyonla sınırlayabileceğiz. Yarım derecelik artışa daha izin verirsek bu sayı 78 milyona çıkacak. 2 dereceye çıkarsak her yıl 97 milyon insan taşkınlardan etkilenecek. Paris Anlaşması’yla ülkelerin verdikleri tahhütleri iyileştirmez ortalama sıcaklığı 4 dereceye çıkartırsak 211 milyon insan her yıl evini, tarlasını ve belki de canını sele kaptıracak. İşte her bir yarım derecenin hayatımızı nasıl değiştireceğinin en çarpıcı örneklerinden biri.

Çözüm var. Bilimsel ve ekonomik açıdan bizi çözüme götürecek adımları atmak zor değil ama teknoloji ve ekonomi çözümde kullanılacak araçlar sadece. Sosyal bir dönüşüme ihtiyacımız var bunu kimse kabul etmek istemiyor. İklim krizinden çıkmak için tüketim toplumdan, kapitalizmden uzak yeni bir yaşam kurmamız gerektiğini herkes biliyor. Çalışma saatlerini düşürmek, nüfusu kontrol etmek, uçakla uzun seyahatleri sınırlamak gibi birçoğumuzun hoşuna gitmeyecek önlemler almak zorundayız. Karbondioksiti atmosfere bırakanlara vergi koymak yerine, Fransa’da olduğu gibi yükü işçi sınıfının omuzlarına bırakmaya kaltığınızda toplumsal isyanlara yol açabilecek bir saatli bomba var elimizde. O yüzden de birçok kuruluş Katoviçe’deki toplantıda sadece daha çok güneş paneli demiyor, beraberinde adil iş, kaynaklara herkesin hakça erişebildiği bir dünya talebinde de bulunuyor. Belki de bu yüzden 24 yıldır müzakere edilen ama çözüm yolları ortada olmasına rağmen sonuca gidilmeyen bir konu iklim değişikliği. Sosyal değişim olmazsa iklimin değişeceği kesin. Bu gerçekle yüzleşmeye 12 yıl kaldı.

Dünya ısınıyor petrolcüler vazgeçmiyor

Polonya’da devam eden iklim müzakerelerinin ilk haftası geride kaldı. İklim değişikliğini durdurmak için 12 yılımızın kaldığını söyleyen bilimsel rapor petrolcülerin engeliyle karşılaştı. Türkiye içinse konferans başlamadan bitti. 

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Aralık 2018

Polonya’da devam eden iklim müzakerelerinde ilk hafta geride kaldı. Haftaya damgasını, ekim ayında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından açıklanan ve iklim değişikliği hedeflerinin tutturulmadığını söyleyen rapor vurdu. Raporun iklim müzakereleri bünyesine alınması isteği ve metinde geçen “iyi karşılanmıştır” sözüne itiraz eden Suudi Arabistan, ABD, Rusya ve Katar’ın uzlaşmaya yanaşmaması nedeniyle bu cümle metinden çıkarıldı. Petrol ve gaz üreticisi bu dört ülke, raporun müzakerelerde etkili bir doküman olmasına neden olabileceği kaygısıyla, “iyi karşılanmıştır” kelimesi yerine “raporu dikkate” alacağız sözcüğünü kullanmayı öneriyordu.

Aralarında Türkiye’nin de olduğu 195 ülkenin üye olduğu IPCC’nin “1,5 derece Küresel Isınma Özel Raporu”, 12 yıl içinde karbondioksit emisyonlarının yüzde 45 oranında azaltılması gerektiğini aksi takdirde dünyanın ortalama sıcaklık artışının bu yüzyıl sonuna kadar üç dereceyi bulacağını söylüyor. Rapor resmi metinlere istenildiği gibi giremese de müzakereler için bir referans noktası kabul ediliyor. 12 yıl içinde seragazı emisyonlarını neredeyse yarı yarıya azaltmak içinse başta kömür, petrol ve doğalgaz olmak üzere fosil yakıt kullanımında ciddi oranlarda azaltıma gidilmesi gerektiriyor.

Türkiye’nin isteği gündem dışına itildi
Tam adı, Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması 24. Taraflar Konferansı (COP24) olan iki haftalık müzakereler Türkiye adına adeta başlamadan sona erdi. Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’ndaki pozisyonunu değiştirmek için toplantı öncesi yer aldığı Ek-1 Grubundan çıkmak istediğini BM Sekretaryası’na iletmişti. Bu istek toplantının ilk günü müzakerelerin yarım saat geç başlamasına neden oldu. Tartışmalar sonucunda Türkiye’nin isteği gündem dışı bırakıldı.

Türkiye, daha önce de benzer girişimlerde bulunmuş, gelişen ülkelere maddi yardım yapması istenen Ek-2 listesinden çıkarılmıştı. 1992’de OECD üyesi olan ve ekonomisi geçiş sürecindeki ülkelerden oluşturulan Ek-1 listesinden çıkma isteğinin ardında, Türkiye’nin iklim fonlarından daha fazla yararlanabileceği “iddiası” yer alıyor. Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında verdiği seragazı emisyonlarını 2030’a kadar iki katına çıkarma taahhüdü, güçlü bir hedef konmamasına rağmen neden daha fazla maddi yardım talep ediliyor eleştirisini gündeme getiriyor. Türkiye, Paris Anlaşması’nı imzalayan ancak taraf olmayan 13 ülkeden biri. Türkiye’nin, 2020 yılında hayata geçecek anlaşmaya taraf olmaması halinde süreç dışında kalması söz konusu. BM Genel Sekreteri
Antonio Guterres’in dediği gibi, “Tren istasyonu terk etti, içinde olmayanlar arkada kalacak.”

Paris Anlaşması Kurallar Kitabı
Konferansın ikinci ve son haftasından herkesin beklentisi farklı. En büyük beklenti bir yıl sonra görevi Kyoto’dan devralacak Paris Anlaşması’nın nasıl işleyeceğini gösteren, “Kurallar Kitabı”nın ortaya çıkması. Emisyoların nasıl ölçüleceği, raporlanacağı, finansal destekler ve uyum gibi konularda büyük ölçüde uzlaşma sağlansa da özellikle emisyon azaltımı konusunda görüşmelerin sürdüğü belirtiliyor. Anlaşma kapsamında ülkelerin taahhüt ettiği seragazı emisyon azaltımlarının bilim insanlarının 1,5 derecelik hedifinden çok uzak olduğu ve dünyayı üç derecelik bir ısınmaya götüreceği biliniyor. Bazı ülkeler “politik hedef” diye adlandırabileceğimiz iki derecelik artışı daha gerçekçi buluyor. Mevcut ve yetersiz taahhütlerin iyileştirilip iyileştirilemeyeceği ve bunun Kurallar Kitabı’nda nasıl tarif edileceği hala büyük bir soru işareti.

Dünya yanıyor Türkiye fon peşinde

Dünya küresel ısınmayı nasıl 1,5 derecede tutacağını konuşurken, enerji politikasını kömüre bağlayan Türkiye’nin iklim fonlarından daha fazla yararlanmak için müzakere statüsünü değiştirmeye çalıştığı ortaya çıktı.

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Ekim 2018

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından dün açıklanan “Küresel Isınma 1,5 Derece Özel Raporu”, gezegenin ortalama yüzey sıcaklığını 1,5 derecenin altında tutmak için 12 yılımız kaldığını açıkladı. İklim değişikliğinin bir felakete dönüşmemesi için acil ve eşi benzeri görülmemiş tedbirlerin alınmasını söyleyen rapor tüm dünyada konuşulurken, BirGün’ün ulaştığı bilgiler, Türkiye’nin iklim müzakereleriyle ilgili radikal bir değişikliğe hazırlandığını ortaya çıkardı. Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde yer aldığı EK-1 listesinden çıkmak için ilgili BM Sekretaryası’na başvurdu. Türkiye’nin başvurusu, bu yıl sonunda Polonya’nın Katoviçe kentinde düzenlenecek 24. Taraflar Toplantısı’nda (COP24) gündeme alınabilir.

Türkiye’nin bu isteğinin ardında yatan nedenlerin başında, gelişen ülkelere iklim değişikliğini durdurmak için finansman sağlayan Yeşil İklim Fonu’ndan yararlanmak olduğu tahmin ediliyor. Türkiye, daha önceki yıllarda Yeşil İklim Fonu’ndan para almak istediğini dile getirmiş, EK-1 ülkesi olmasının bunun önüne geçtiğini belirtmişti. İlgili bakanlıkların, kalkınma bankalarından gelecek maddi desteğin ve teknoloji transferinin de azalacağı endişesi taşıdığı ve bu nedenle EK-1’den çıkmak için başvurma kararı aldığı da kulislerde konuşuluyor. Türkiye’nin talebinin kabul edilmesi için Çerçeve Sözleşmesi’ne imza atmış ülkelerin oy birliğiyle karar alması gerekiyor.

Türkiye’nin girişimi olumlu sonuçlanmayabilir
Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum, Türkiye’nin daha önce benzer bir girişimde bulunduğunu ve başarılı olamadığını hatırlatarak bu girişimin de sonuçsuz kalabileceğini belirtiyor. Mazlum, Türkiye’nin en büyük kaygısının, ileride EK-1 ülkelerinin de finansman sağlayıcı konumuna düşmesi olduğunu tahmin ediyor. Benzer ülkelerin raporlarını incelediğini belirten Mazlum, bizimle aynı konumdaki ülkeler için böyle bir durumun henüz gerçekleşmediğine de dikkat çekiyor. Bazı kurumların da EK-1 listesinde kaldığı sürece Türkiye’nin iklim rejimi dışında yer alan fonlara (Avrupa Yatırım Bankası gibi) erişiminin kısıtlanacağı fikrinde olduğunu söyleyen Mazlum, “Bütün bunlar birleştiğinde EK-1’de kalmak Türkiye açısından dezavantajlı gözüküyor, belki de bu yüzden bir kez daha çıkmayı denemek istediler” diyor.

Kutup ayısı: "Bozuk paraya değil değişime ihtiyacım var"
Semra Cerit Mazlum, Türkiye’nin iklim politikalarındaki sorunun başka bir yerde olduğunu düşünüyor. “Türkiye’nin iklim fonlarına erişememeyi ya da EK-1’de kalmayı, iklim değişikliğini önleme ve iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama konusunda harekete geçmemenin gerekçesi olarak kullanması yanlış bir politika. Uluslararası düzeyde istediği sonuçları elde edemeyince ulusal düzeyde de gerekli iklim politikaları geliştirilmiyor. Ulusal düzeyde alınacak önlemlerin fonlara erişim koşuluna bağlanmaması lazım” diyen Mazlum, Türkiye’nin ulusal düzeydeki çabayı güçlendirecekse rejim içindeki fonlardan yararlanmasının sorun olmadığını, bu olmazsa da rejim dışında da çok sayıda iklim finansmanı fırsatı olduğunu belirtiyor. Mazlum’un bu yorumu Akla hemen AB’nin iklim fonlarını getiriyor. Türkiye, Ukrayna ile birlikte bu fonlardan en çok yararlanan ülke.

Gündem kömürü hayatımızdan çıkarmak
Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye temsilcisi Elif Gündüzyeli ise OECD üyesi Türkiye'nin EK-1’den çekilme isteğinin uluslararası iklim müzakerelerinin tartışma gündemine uymadığına dikkat çekiyor. Mevcut gündem, Paris Anlaşması'nın etkili bir biçimde uygulanması için kuralları ortaya koyma odaklı diyen Gündüzyeli, “Dün yayımlanan IPCC, 1,5C derece özel raporu dünyada kömürlü termik santrallerin 2050'ye kadar kapatılması gerektiğini söylüyor. Bu çerçevede yapılan pek çok modelleme, bunun en adil yolunun 2030'a kadar AB ve OECD üye ülkelerinin, 2040'a kadar Çin’in ve 2050’ye kadar da daha yoksul ülkelerin tüm kömür kaynaklı enerji üretimini bitirmesi olduğunu söylüyor. Yani artık hangi ülke karbonunu ne kadar artırsın konusu masada olamaz. O yüzden esas önemli olan devletlerin çerçeve sözleşme kapsamında hangi ekte oldukları değil; dünyanın insanlık yaşamına elverişli bir halde kalabilmesi için sorumluluk almaları.

***
EK-1 nedir?
İklim müzakerelerinin temelini oluşturan EK-1, EK-2 ve Ek Dışı Ülkeler listeleri, ülkelerin gelişmişlik ve zenginlik seviyelerine göre sorumluluklarını belirliyor. OECD ve AB üyesi ülkelerin ağırlıkla yer aldığı EK-1 listesinden, seragazı emisyonlarını sınırlandırmaları bekleniyor. 23 ülke ve AB’nin yer aldığı EK-2 grubundan ise bu yükümlülüklere ilaveten, diğer ülkelere finansman ve teknik destek sağlamaları da bekleniyor. Ek Dışı Ülkeler’in ise seragazı emisyonu azaltma sorumluluğu bulunmuyor. Türkiye sürece EK-1 ve EK-2 ülkesi olarak başlamış, 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen Taraflar Konferansı’nda (COP7) EK-2 listesinden çıkmıştı. 2010 yılında Cancun da gerçekleşen toplantıda ise EK-1 ülkelerinden farklı bir konumda olduğunu kabul ettirmiş, finansman, kapasite geliştirme ve teknoloji transferi almanın yolunu açmıştı.

Kaç derecelik bir dünya istersiniz

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2018

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) dün merakla beklenen, “1,5 Küresel Isınma Özel Raporu”nu açıkladı. Dünyanın ortalama yüzey sıcaklığındaki artışın, sanayileşmeden önceki döneme göre 1 dereceyi bulduğuna dikkat çeken rapor, sıcaklık artışının kritik eşik kabul edilen 1,5 derecenin altında tutulması için az da olsa hâlâ umut var diyor. Umut var ama eylem yok çünkü mevcut ekonomik ve enerji politikaları sürdürülürse 3 derecelerin üstü bile görülebilir. Aradaki fark 1,5 derece ama kaybedeceklerimizi anlatacak kelimeleri bulmak zor.

Kaç derecelik bir dünyada yaşamak istediğimiz aslında bize bağlı. Petrol, kömür ve doğalgaz yakarak, çok tüketen bir dünyada ısrar edersek daha fazla ısınacağımız kesin. Hesap ortada. Sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak için (%67 olasılıkla) atmosfere bırakabileceğimiz seragazı (karbondioksit eşdeğeri-CO2e) miktarı 570 gigaton civarında. Mevcut durumda yılda 52 gigaton seragazını atmosfere bıraktığımız düşünülürse, bütçemizi 12 yıl gibi bir sürede tüketeceğimiz görülebilir. Ondan sonrası tufan… Yapmamız gereken 2030’a geldiğimizde atmosfere bıraktığımız yıllık seragazı miktarını 25-30 gigatona, 2050’de ise sıfıra düşürmek. O yüzden de tüm ülkelere, şirketlere ve haliyle hayat tarzını değiştirmek zorunda olan herkese görev düşüyor. Bunun gönüllülükle olamayacağı açık, karbonsuz bir hayat için katı kurallar konması gerek. Hükümetleri eyleme geçmeye zorlamalıyız.

Olur da sıcaklık artışını 1,5 derecede durduramazsak başımıza ne gelecek, onu da söz konusu rapor söylüyor. İklim değişikliğinin halihazırda etkilerini gösterdiğine dikkat çeken IPCC bilim insanları, yarım derecelik farkın bile ortaya çıkacak hasar ve can kaybını önlemede büyük fark yaratacağına dikkat çekiyor. Örneğin, 1,5 derecenin altında kalırsak, insan nüfusunun sadece yüzde 14’ü her beş yılda bir sıcak hava dalgalarından etkilenecek. 2 dereceye çıkarsak bu oran yüzde 37’e çıkıyor. 2003 yılında Avrupa’da binlerce insanın aşırı sıcaklar yüzünden öldüğünü düşünürsek, on binlerce insanın hayatının risk altında olduğunu görebiliriz. 

1,5 derecelik ısınmada 1,5 milyon ton daha az balık avlanacakken 2 derecede sorun ikiye katlanıyor ve 3 milyon tona çıkıyor. Yarım derecelik artış iki kat daha büyük sorun yaratıyor. Dünyadaki bitkilerin yüzde 8’i yaşam alanlarının yarısını 1,5 derecelik artışta kaybediyor. Bu oran 2 derecede yüzde 16’ya çıkıyor. Su sıkıntısı yaşayacak insan sayısı da aynı şekilde, yarım derecelik artışla ikiye katlanıyor.

İşin hesap kitap bölümü böyle. Politikası ise farklı çalışıyor. İki ay sonra Polonya’da gerçekleşecek BM’in iklim zirvesinde (COP24) taraflar yine masaya oturacak ve önlerinde bilimin onlara sunduğu bu veriler olacak. Buna rağmen masadan dünyadaki tüm canlıların lehine bir anlaşma umuduyla mı kalkacaklar yoksa birkaç şirketi ve devletin istediğini mi yapacaklar göreceğiz. İklim değişikliği sorunu bilimsel raporlarla hiç olmadığı kadar net bir şekilde önümüze konmuş durumda. Sorunu ve yaratacağı yıkımı biliyoruz. İnsanın hırsının önüne geçebilecek miyiz, onu ise bilmiyoruz.

Fırtına ile kuraklık arasında sıkışan Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Ocak 2018 

Geçtiğimiz hafta neredeyse tüm ülke aşırı hava olaylarının etkisi altındaydı. İstanbul ve İzmir’i fırtına vurdu, sel baskınları yaşandı. Antalya’da fırtına ağaçları söktü. Önümüzde ise kuraklık tehlikesi var. Ülkenin batısı için aynı şeyi söyleyemesek de, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün son 12 aylık kuraklık analizlerine göre, Şanlıurfa’da, Erzurum ile Ağrı arasında kalan bölgede, Kırşehir’in kuzeyinde ve hatta Ordu’nun bir bölümünde olağanüstü bir kuraklık yaşanmış. Gaziantep, Maraş, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Muş, Antakya, Kilis, Mardin ve Kayseri’nin doğusunda da çok şiddetli kuraklık görülmüş. İklim krizi büyüyor, ülkenin batısını fırtına ve sellerle, doğusunu kuraklıkla vuruyor. Bilimsel tahminler doğru çıkıyor.


İklim değişikliğinin insan etkisiyle olduğunu biliyoruz. Geçmişte gezegenin yaşadığı ısınma ve soğumalarla akıl karıştırmaya çalışanlar artık ortada yok. On binlerce yılda meydana gelen bir ısınma ya da soğumadan bahsetmiyoruz. Sanayi devrimiyle değişen enerji tüketiminden, kömür, petrol ve doğalgazın kullanımıyla artan seragazı emisyonlarından ve bunun sonucunda ortalama sıcaklığı 1 dereceden fazla artmış bir gezegenden bahsediyoruz. Her şey son 100-150 yıl içinde oldu. Bunu da bize, Türkiye’nin de üyesi olduğu Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) söylüyor. 195 ülkeden bilim insanlarının bir araya geldiği IPCC, iklimin yüzde 95 olasılıkla insan kaynaklı değiştiğini, ortalama sıcaklık artışının da 1,5 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. Söylüyor ama dinleyen var mı belli değil.

Zaman daraldıkça IPCC uyarılarını artırıyor. Ekim ayında özel bir raporla, 1,5 derecelik sınıra ne kadar yaklaştığımızı açıklayacaklardı. Bu rapor geçen hafta basına sızdı. IPCC, “bu son hali değil, değişebilir” dese de görünen köy kılavuz istemez. 1,5 derecelik hedefe ulaşmak artık çok zor. İpin ucu kaçmak üzere.

Kaçarsa geriye 2 derecelik politik hedef kalıyor. 2 derecelik hedefi, bir bedel ödemeyi kabul edip, sonuçlarını kestiremeyeceğimiz felaket senaryosundan önceki son eşik şeklinde tanımlayabiliriz. İki dereceyi aşarsak hava tahminlerini falan unutun. Tahmin edemeyeceğiniz fırtınalar, sıcaklıklar bizleri bekliyor.

Çözümü defalarca yazdık, siz de biliyorsunuz. Daha az tüketen, enerjisini kömür, petrol ve doğalgazdan almayan bir dünya kurmak zorundayız. Gel gör ki ülkede gündem başka. Paris Anlaşması’nı onaylamamış, kömüre teşvik veren bir Türkiye var önümüzde. “Para verirseniz onaylarım vermezseniz onaylamam”a sıkışmış kaderimiz. Halbuki, ne gelecek para Türkiye’yi bambaşka bir ülke yapacak büyüklükte ne de Türkiye’nin mevcut iklim hedefleri böyle bir mali desteği haklı kılacak nitelikte. Kamuoyu ise uzaktan izliyor durumu. Kyoto tartışmalarındaki yanlış algı hükmünü sürdürüyor. Kömür ve petrol ve doğalgazda boğazına kadar dışa bağımlı Türkiye’nin, bunların yerine yerli ve yenilenebilir kaynakları kullanmasının ekonomisini olumsuz etkileyeceğini sanıyor. Mantıksızlık diz boyu.

Görünen o ki, fosil yakıt imparatorluğunun bir parçası olmaktan vazgeçmenin kısa vadede getireceği fatura ile uzun vadede iklim krizinin yaratacağı hasarın faturasını karşılaştırmak için detaylı ekonomik çalışmalara ihtiyacımız var. Kuraklığın bedelini, doluların vereceği hasarı, su baskınlarında yitireceğimiz can ve mal kaybını her bir derecelik artış için hesaplamalıyız. Bunun üstüne de, iklim göçmenleri, sıcak hava dalgaları nedeniyle ölecek insanları, kuraklık yüzünden kendini yakacak çiftçileri, kaybedeceğimiz bitki ve hayvan türlerini koymalıyız ki hesabın fon hesabı değil, can hesabı olduğunu herkes anlasın.

İklim raporu ve Türkçe meali

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Eylül 2013

Kaynak: Grida
Sıcak hava dalgalarının sayısı ve şiddeti artacak. Okyanuslar asitlenecek. Buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek. Bunların sonucunda binlerce canlı hayatını kaybedecek; belki sen, belki ben. Sokakta yemek verdiğimiz kedi, denizdeki balık, dağdaki ayı. Huzurevindeki akraban, her sabah selamlaştığın yaşlılar ve yoksullar önce vedalaşacak. Nasıl mı biliyorum? Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunu yazan, gözden geçiren 259 bilim insanı/uzman ve fikirlerine danışılan bir 600 kadarı daha öyle diyor. IPCC’nin yayınladığı son rapor açıkça ortaya koyuyor, insan etkisiyle şahlanan küresel iklim değişikliği (Rapor, yüzde 95-100 olasılıkla iklim değişikliğinin nedeni insanlar diyor) çok ciddi bir tehdit olarak önümüzde duruyor.

Bu uzmanlar, küresel iklim değişikliği konusunda yayımlanan 9 bin 200 raporu inceliyor. 39 ülke, bilim insanlarıyla sürece katılıyor. Kendilerine gönderilen 54 bin 667 yorum değerlendirmeye alınıyor. Bu iş, petrol, kömür lobilerinin desteklediği birkaç bilim insanının iddialarından ya da bilimsellikten uzak e-postalardan ibaret değil. Bu yüzden, IPCC’nin 5. Değerlendirme raporu, ‘küresel iklim değişikliği insan kaynaklı değil, bu bir doğal döngü’ masallarıyla kıyaslanamaz. İşte tehlike işaretleri ve Türkçe meali:

·         1983-2012 arasındaki 30 yıl, son 1400 yılın en sıcak 30 yılıydı. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1901-2012 döneminde 0,9 derece arttı. Böyle giderse artış 21. yüzyılın sonuna kadar 1,5 hatta 2 dereceyi bulacak.
Anlamı: 1,5-2 derecelik sıcaklık artışı dünyadaki bitki ve canlı türlerinin yüzde 20 ila 30’unun soyunun yok olması. Tropikal ve subtropikal bölgeler başta olmak üzere tarımda üretim kaybı.  
·         Son 20 yılda Grönland ve Antartika buzulları büyük kütle kaybetti, tüm dünyadaki buzullar da küçülmeye devam ediyor. Kuzey Kutbu deniz buzulu ve Kuzey Yarımküre’deki kar tabakası ciddi oranda azalmaya devam ediyor. Deniz seviyesindeki yükselme 19. yüzyılın ortalarından bu yana önceki iki yüzyıldaki ortalamanın üzerine çıktı. 1901-2010 arasında deniz seviyesi 19 cm yükseldi.
Anlamı: Dağlardaki buzulların ve kar tabakalarının küçülmesi onların beslediği nehirlerin kurumasına ve susuzluğa yol açacak. Kutuplardaki buzulların erimesi ise deniz seviyesindeki yükselişi hızlandıracak. Ada devletleri sular altında kalacak, Bangladeş gibi birçok ülkede tarım arazilerini su basacak.
·         Karbondioksit, metan ve azot oksitlerin atmosferdeki yoğunluğu 800 bin yıldır görülmemiş bir düzeye geldi. En önemli seragazı karbondioksitin yoğunluğu endüstri devrimi öncesine göre yüzde 40 arttı. Nedeni fosil yakıt (petrol, kömür ve doğalgaz) kullanımı ve arazi kullanımının değişmesi.
Anlamı: Karbondiksit başta olmak üzere seragazlarının atmosferdeki birikiminin önüne geçilemezse küresel iklim değişikliğinin de önüne geçilemeyecek. Sellerin sayısı ve şiddeti artacak. Kasırga ve hortumlar, beklenmedik fırtınalar hayatı yaşanmaz hale getirecek. İkitelli’de, Samsun’da şahit olduğumuz sel felaketlerinin sayısı artacak.

Raporda anlatılanların rakamlarla süslenmiş tahminler olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bahsedilen aslında yaşadığınız hayatınız, geleceğiniz. Tek bir farkla, kaderinizi değiştirme şansınız hâlâ sizin elinizde. Kömür değil rüzgar, petrol değil güneş diyerek; sorgusuzca tüketmek yerine verimli üretip az tüketerek; daha çok para için değil, daha çok boş zaman için çalışarak bu makus kaderimizi değiştirebiliriz. İlk adım inanmak.